HALİS BEY
Terapi deneyimlerimi, terapi alanlar, almak isteyenler ve terapistlerle paylaşmak istediğim bu yazılarımda, ikinci olarak seçtiğim vaka da yine dirençli bir vaka.
Burada yazdığım öyküler kısmen gerçeklere kısmen de kurguya dayanmaktadır.
Dirençli vakalar karşısında kazandığımız en küçük başarının bile terapistlerin ve terapi alanların terapiye olan inancını arttıracağını düşünüyorum.
Halis Bey otuzlu yaşlarda, iki çocuk sahibi, üniversite mezunu bir kişiydi. Son bir kaç yıldır çalıştığı işte eskisi kadar başarılı olamıyordu.
Eşi ile ilişkisi bir yıldır daha mesafeli ve donuk bir hal almıştı.
Bir klinisyen gözüyle bakıldığında obsesif kompülsif bozukluğu vardı. Zaman zaman (yıllar içinde) major depresyona giriyor ve haftalar sonra depresyonu düzeliyordu.
Karısını ve iki çocuğunu kaybedeceğine dair ciddi bir kaygısı vardı. Bu düşünceleri sık sık aklına geliyor ve onu rahatsız ediyordu.
Obsesif (takıntılı) durumlarda “yüzleştirme” terapileri daha etkili ve kısa zamanda sonuç alıcıdır.
Benim gibi psikanalitik oryantasyonlu çalışma yapmak isteyenler için takıntılı durumlar zor bir alandır.
Yüzleştirme ve üzerine gitme terapisinde takıntılı durumların nedeni ve kaynağı çok fazla sorgulanmaz. Hasta ve terapist bu durumu doğal ve halledilmesi gereken bir problem olarak ele alır.
Örneğin eşyaların pis olduğunu düşünen takıntılı bir kişi hayal edelim. Bu kişi bir eşyaya dokunduktan sonra her seferinde üç dört kere elini yıkamaktadır. Yüzleştirme terapisinde terapist hastanın yanında durur. Hasta eşyalara dokunduktan sonra elini yıkamadan elinin kirli olduğu düşünce ve duygusunun verdiği huzursuzluğa ve gerilime dayanmaya çalışır. Terapistin onun yanındaki varlığı ona güç ve cesaret verir. Bir dizi teknik uygulama yapılır. En kolay hedefler belirlenir. En sonda ise hastanın en pis bulduğu eşyalara dokunması ve elini yıkamaması istenir. Bu tedavi pek çok durumda başarı ile uygulanabilir.
İyi bir tedavi yöntemidir.
İlk planda uzun süreli ve çok emek harcanan psikanalitik bir yaklaşım yerine “yüzleştirme” terapisi daha uygun olacaktır sanırım.
Analitik terapinin en önemli farkı takıntılı durumları farklı bir şekilde ele almasıdır. Terapist takıntılı durumu kişinin benliğinin (ego) bir parçası olarak ele alır. Bir süre sonra da hastanın da kendisi gibi yapacağını ümit eder.
Hasta için obsesyon , benliğinde duran yabancı bir ur-tümör gibidir. Onu kendi parçası gibi algılamaz algılamak istemez.
Çünkü obsesif-takıntılı düşüncelerin içeriğinde kişiyi dehşete düşürecek şeyler vardır. Obsesif kişi yakınlarını kaybedecekmiş, evin kapısını kapatamayacakmış ve evine hırsız girecekmiş, ocağı kapatamadığı için yangın çıkacakmış , AIDS hastalığına yakalanacakmış, tuttuğu eşyalar onu kirletecekmiş vs vs gibi duygu ve düşünceler içindedir.
Benlik-ego içindeki bu sıkıntı-takıntı üreten odağa (tümöre benzettiğimiz ego parçasına) terapi alan kişiler çok güzel adlar yakıştırıyorlar.
Bir kişi bu obsesyon üreten odağı kara-delik olarak adlandırdı, başka biri dev bir mıknatıs, bir başkası ise içine düşülmüş bir türlü kurtulması mümkün olmayan ıssız bir adaya benzetti.
Halis Beyle ilk karşılaşmamda iyi bir ilişki kuracağımızı düşünmüştüm. Ama on-beş seans civarında bir çalışmadan sonra aniden terapiden koptu.
Kısmen kullandığımız ilaç obsesyonlarını azalttığı için, kısmen daha teorik (dogmatik) davrandığım bir dönemde ona uygun duygusal yanıtların bazılarını veremediğim için terapiden ayrıldı diye düşündüm. Ama en önemli şey onu kendi içine kapatan ve egosu ile dış-dünya arasında bir bariyer oluşturan obsesif odağın onu hem dış dünyadan hem de terapiden uzaklaştırması idi.
Yıllar içinde iki terapi girişimde daha bulunmuş, iki terapiden de aşağı yukarı bizim deneyimimize benzer şekilde ayrılmıştı.
Tekrar benimle çalışmak istediğini söylediğinde bunu isteksizlikle karşıladım. Ona olan inancım azalmıştı.
Zaten direkt randevu istemedi.
Zaman zaman uzun bir yoldan geliyor, beni bekliyor ve birkaç dakikalığına bana birkaç soru soruyordu.
Aslında bir ölçüde sınır aşıcı olarak değerlendirdiğim ve beni sinirlendiren bu davranışları Halis Bey yaptığı zaman ona sinirlenmiyordum.
Sanki derinlerdeki mağarasından, uzak bir dünyadan beni yoklamaya gelen gerçek ötesi bir varlık gibiydi.
Bu reel dünyadaki tek dostu da sanki bendim. Böyle düşününce ona yardım etme isteğim artıyordu.
Gelmeye karar verdiğinde benimle terapi ücreti konusunda sıkı bir pazarlık yaptı. Depresif bir dönemindeydi, değersizlik düşünceleri vardı. Terapi ücretini çok düşük tutmayı ondaki düşük benlik değerini pekiştireceği, bana bilinçdışından bu duyguyu enfekte edeceği ve bende de yaptığımız işi küçümseme ve değersizlik duyguları üreteceği için istemiyordum. Sonunda anlaştık. Haftada iki kere gelecekti.
Onunla hızlı bir başlangıç yapmayı düşünüyordum. Çünkü benim açımdan bakıldığında yine terapiden kopma olasılığı yüksekti.
Yeniden bir ilaç tedavisine de başladık.
İlk haftalarda çıkar çıkmaz randevu almıyordu. Bu benim için onun temkinli olduğunu ve içindeki obsesif mıknatısın onun başka bir dünyanın içine girmesine izin vermediğini gösteriyordu.
Soyutlama gücü, zekası çok iyiydi. İnsanlarla mesafeli bir ilişki kurmasına rağmen, bir dönem bir insanla (büyük olasılıkla babası) iyi bir ilişki kurduğuna ve yeteri kadar bir özgüven geliştirdiğine dair bir izlenimim oldu.
Bu varsaydığım, özgüven duygusu ve bağlanabilme kapasitesine de güveniyordum.
Seanslar boyunca onun yetenekli yanlarını konuşmaya başladık. Benlik değerindeki düşüşler durdu. Birlikte onun kapasitesinin olanaklarını moral verici bir şekilde değerlendirmiş olduk.
Giderek seanslara daha dinamik malzemeler getirmeye başladı.
Aslında obsesyonunu bırakmak istemediğini bana anlattığında hakikatten çok heyecanlandım.
Yani hem bırakmak istiyordu hem istemiyordu.
Bu karmaşayı kısa bir süre içinde (iki ay) görebilmesi beni çok cesaretlendirdi.
Obsesif bir kişiye aslında bilinçdışından obsesyonunu bırakmak istemediğini söylersiniz bunu hemen hemen bütün sorduğunuz kişiler reddedecektir. Dolayısıyla başta belirttiğim takıntı üreten bir ego (ben) parçasının “kendisine ait” olduğunu Halis Bey farkına varmış oluyordu.
Bu farkındalık onu terapistiyle birlikte obsesyonu oluşturan daha derin kaynaklara ulaşması için yollarını açıyordu.
Dinamik çalışma döneminin uyumlu bir şekilde başlaması, başlangıç dirençlerini aşabilmemiz, onun terapi için randevu almaya başlamasıyla da paralellik gösterdi.
Artık randevuları telefonla almıyordu. Seanstan çıkar çıkmaz randevu alıyordu.
Hatta kendi yerini başkalarına vermemesi için sekreterimizi uyardı.
İzolasyonu üzerinde çalışmaya başladık. Bütün dünyadan sosyal çevresinden ve sevdiği uğraşılardan geri çekilmişti.
Hatta çok sevdiği eşinden ve çocuklarından da bir geri çekilme yaşamıştı.
Seanslar geçtikçe Halis Bey in psikolojik konumlanışı ikimizin gözünde de daha belirgin bir hale gelmeye başlamıştı.
Zengin ama okumamış bir dedesi vardı. Dedenin damadı yani Halis Bey in babası okumuş bir adamdı.
Ama buna rağmen sülale içinde hakkettiği değer verilmemişti babasına.
Halis Bey in annesi, eşine ve daha sonra da okuyan oğluna karşı benzer bir psikolojik pozisyon almıştı.
Babasının katı bir yetiştirme anlayışı vardı. Annesi bir yandan oğlunun hayatına karşı sınır geçici fütursuz davranıyor, bir yandan onu hor görüyordu. Annesi zengin babasının (dedenin) yaptığı gibi kendi ihtiyaçlarının kocası ve oğlu tarafından karşılanmasını bekliyordu.
Bu alanda çalıştıkça annesinin memnuniyetsizliği ve kadınlarla olan ilişkisi üzerinde yoğunlaştık.
Daha sonra babasının neden boşanmak istediğini anlatmaya başladı. Babası gittikten sonra annesinin bütün sorumluluğu kendisine kalmıştı.
Başladıktan aylar sonra önemli dinamikleri konuşmaya başlayabilmiştik.
Ama önümüzde gidilmesi gereken daha çok yol vardı.
LEYLA HANIM
Leyla Hanım’la ilk karşılaştığımda, içimde sıkıntılı bir duygu oluşmuştu.
Onunla ne yapacaktım?
Leyla Hanım bana Psikiyatr arkadaşım Hakan tarafından gönderilmişti.
Hakan terapi alması gerekir diye düşündüğü hastalarını bana yönlendiriyordu.
İçimdeki ses Hakan’ın bana duyduğu güveni boşa çıkarmamam gerektiğini söylüyordu.
Ama başka bir ses ise “vazgeç bu işten oğlum!” diyordu.
Leyle Hanım çalışmıyordu. Kırklı yaşlardaydı. Kendinden beş yaş büyük bir adamla yaşıyordu. İki kere evlenmiş, iki evliliğini de boşanarak bitirmişti.
Bir erkek ve bir kız kardeşi vardı.
İki kardeşi de bekardı. Erkek kardeşi Leyla Hanım’a para yardımında bulunuyordu.
Birlikte olduğu adam da maddi olarak ona katkıda bulunuyordu. Ama buna rağmen ekonomik durumu pek parlak değildi.
Şu ana kadar terapi ilişkisi içinde olduğum birçok insanı gözümün önünden şöyle bir geçirdim.
Leyla Hanıma pek şans veremiyordum. Ekonomik durumu bir yana, her şeyden önce ilkokul mezunuydu. Psikanaliz açısından bakıldığında çok önemli sayılan çocukluk yıllarını bir köyde geçirmişti.
Kendisini ifade ederken bir tutukluğu olduğunu da düşünmüştüm.
Onun koşullarında olan ve bol bol konuşan kadınlar vardır.
Öyle değil mi?
Ama o temkinli bir şekilde konuşuyordu ve zaman zaman sorularıyla beni kontrol ediyordu.
Örneğin A. Bey’in sevdiği kadına (yani kendisine) yönelik davranışlarını sorguluyor, o sırada ben dinleme pozisyonuna geçiyorum. O anlatırken onun hakkında senaryolar yazmaya çalışıyorum.
Leyla Hanım A.Bey’den şikayetçi oluyor. İçimden Leyla Hanımı A Bey’e karşı haksız kılacak bütün duyguları bir kenara bırakmaya çalışıp, onunla “yüzde yüz empati” kurmaya çalışıyorum.
Benim işimin önemli bir parçası senaryolar yazmaktır.
Amacım karşımdaki insanla psikanalitik bir dil oluşturmak için küçük örnekler üzerinde çalışmaktır. Bunları bir “demo” gibi karşımdaki insana sunarım. Eğer iyi bir işbirliği kurabilmişsek, bilinçdışının dilini çözmek konusunda hızlı bir ilerleme sağlayabiliriz.
Leyla Hanım sevdiği adamı besliyor, bakıyor, yetki veriyor, beklentilerinin anlaşılmasını bekliyor.
Ama anlatımının bir yerinde duruyor.
Yaramaz meraklı bir çocuk gibi bir soru soruyor, ben bütün tasarımlarımdan uzaklaşıp, onun dikkatini yönelttiği noktayı onunla konuşmaya çalışıyorum.
Bana sorulan bir soruya bilerek cevap vermediğim olur.
Çünkü özellikle ilk seanslarda çok sayıda “cevabı olmayan soru sorulur”
Karşımdaki insanın benim hakkımda ilgisiz, değer vermiyor, bilgisiz gibi erken yargılarda bulunmasını engellemek için bu sorulara cevap verdiğim olur.
Ama karşımdaki insan sorduğu sorunun cevaplanmamasından olumsuz etkilenmeyecekse soruyu cevaplamam. O bir süre beni bekler, yeniden iç dünyasına dalar.
Çok soru soran kişilerin ise psikanalize karşı özel bir dirençleri olduğunu düşünürüm.
Leyla Hanım da işte böyle çok sorular soruyordu.
Her gün görüşeceğim insanların listesine bakarım.
Görüşeceğim insanların isimlerine baktığımda genellikle bende iyi zaman geçireceğime dair bir hoşnutluk duygusu uyanır.
Ama onunla görüşme günü geldiğinde, adını her gördüğümde içimde bir rahatsızlık duygusu olduğunu fark ettim.
Onu direkt reddedememiştim. Ama terapiye devam edeceğine dair inancım azdı.
Nasıl olsa birkaç seans sonra bırakacak! diye düşünüyordum.
Sürekli bedensel şikayetleri vardı.
Nefes alıp vermede güçlük çekiyordu. Yan tarafında yanma ve ağrı oluyordu.
Zaman zaman sırt ağrıları oluyordu.
Bir başka zorluk da bu bedensel yakınmalardı.
Yoğun bedensel yakınması olan kişilerin terapiye direnci her zaman fazla olur.
Her seansta, önceden hazırlandığı belli olan cümlelerle kendini anlatmaya çalışıyordu.
Konuşurken bir sürü kitaptan alıntılar yapıyordu. Bu onda yapay bir hava yaratıyordu.
Onun hayatını tasarımladığım dünya ile kitapların olduğu dünyayı bağdaştırmakta zorluk çekiyordum.
Bir süre bu kitaplardan parça parça alıntılar yapıp konuşuyor. Sonra da kendi sorunlarını doğal bir şekilde anlatmaya başlıyordu.
Bu yapay entelektüel dünya ile onun kendi hayatı arasında köprü kurma çabasına karşı çaresiz ve ilgisiz bir şekilde seyirci oluyordum.
Ama bu akıl yürütme ve anlama isteği seanslar boyunca o kadar enerjik ve istikrarlı bir şekilde devam etti ki, bendeki ilgisizlik ve çaresizlik duyguları umut ve inanca doğru değişmeye başladı.
Genç kızlığında anne ve babasına isyan edip, bir süre evden kaçtığını ve akrabalarında kaldığını anlattı bana.
Çocukluk yaşantılarını ya sevimsiz bir şekilde hatırlıyordu veya hatırlamıyordu.
Anne ve babası yoksul kimselerdi ve bir an önce ondan kurtulmaya çalışıyorlardı.
Akrabalarının evinde anne ve babası tarafından yakalandığı zaman kendini asarak, intihar etmek istemişti.
Onun koşullarında ve onun yaşında böyle bir isyanı hayal ettim.
Kaçışını ve intihar girişimini.
Bende ona karşı yoğun bir saygı ve hayranlık duygusu oluşmaya başladı.
Başta terapiye karşı gösterdiği direnci de artık olumsuz bir duygu olarak yaşamamaya başladım.
O kendisine verilen bütün değersizlik aktarımları içinde değerli bir ADA yı yaşatmayı başarmıştı. Bu bir ütopya bile olsa , ulaşılmayacak bir ada bile olsa bu onda yaşıyordu. Hayatı pahasına bu ütopyasını koruyacaktı.
12. seansın sonunda Leyla Hanımla geçirdiğimiz bütün dakikaların su gibi aktığını fark ettim. Senası bitirelim mi diye sorduğumda bitirmeyelim diye bir espiri yapması ise bu duygunun karşılıklı olduğunu anlattı bana.
Artık birinci direnç hattını geçmeyi başarmıştık.
Dr. Kubilay Boğoçlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder