18 Aralık 2009 Cuma

ana okulu etkinlikleri

Oğlum daha 5 yaşında olduğu için bazı kaynakları görünce anaokullular için ohhh daha iyi seneye gidecek zamanını kaçırmamışım diyorum...
Oğlum seneye okullu olacak inşallah. Ben anaokulunuda okuldan saydığım için onu artık okullu olarak düşünüyorum .

16 Aralık 2009 Çarşamba

bloğa dosya ekleme

http://www.dosyayukle.com/

bu siteyi buldum

Çocuklarda Cinsel Eğitim 2

Oedipus, Shakespeare'in eserlerinde bir erkek çocuktur. Shakespeare,
Oedipusun kraliçe olan annesi ile olan anne-çocuk ilişkilerini
anlatır. Bu anne-çocuk ilişkisi psikanalizin de konusu olduğundan, bu
durum kitaplara, Shakespeare'in oyundaki kahramana atfen 'Oedipus
kompleksi' olarak geçmiştir.Çocuklar beş yaş civarında cinsel kimlik
bulma çabası içine girerler. Erkek çocuklar baba rolünü benimserler.
Babaları gibi annelerine yakınlaşırlar. Anneyi kazanmak için baba ile
rekabet etmeye başlarlar. İşte, çocuğun iç dünyasında sessizce
kurduğu bu düzenek bir erkeklik taslağıdır. Çocuk için bu sıkıntılı
bir dönemdir. Çünkü baba güçlüdür. Ayrıca, anne ile baba arasında
çözemediği özel bir yakınlık vardır. O halde, bu durum çocuk için bir
krizdir. Bir sure sonra bu güçlü adam ile rekabet etmenin zorluğunu
ve imkansızlığını farkeder. Babanın gücünü kabul eder. Baba ile
kendini özdeşleştirip babanın safına geçer. Baba ile özdeşleşmesi
erkek kimliğinin kazanılması için beklenen aşamadır. Bu aşamaya
ulaşan çocuk için bu, Oedipus krizinin çözümüdür.Baskın bir anne ite
silik karakterli bir baba varlığında rekabet de olamayacaktır. Çünkü
çocuğun karşısında anne için mücadele edeceği, sonunda gücünü kabul
edip, davranışlarını taklit etmeye değer bulduğu kimse yoktur. Böyle
baskın bir anne için mücadele etmek de biraz caydırıcıdır. Yani, daha
başından bir taslak sorunu yaşanacaktadır. Gücünü kabul edip
özdeşleşeceği bir baba yoksa çocuk böyle bir figürü yakın çevresinde
arar. Yakın çevresinde, model alabileceği güçlü bir erkek figürü de
yoksa kriz çözülemez. Bu durumda Oedipus kompleksinden söz edilir.
Sonuç olarak bu dönemde elde edilmesi gereken cinsel kimlik aşamasına
ulaşılamamıştır. Cinsel kimlik arayışı sadece beş yaş döneminde ve bu
kadar değildir. İleride de böyle çabalar devam eder. Fakat bu döneme
ait konması gereken tuğla yerine konamamıştır. İleride bu kendini hep
belli eder. Diğer gelişme aşamaları olağanüstü olur da, bu durumu
kompanse ederlerse belki bu dönemin olumsuz etkisi ortadan kalabilir.
Böyle olmadığı takdirde çocuğun erkek kimliği güdük kalır. Yaşamın
diğer dönemlerine geçilir, ancak eskilerde kalan bu eksiklik kendini
hayat boyu belli eder. Bu çocuk, yeteneklerini sergileyemeyen,
güvensiz, aile yaşantısında başarısız, bir yetişkin adayıdır.
Oedipus ve Electra Karşı Cins Ebeveyn ile ÖzdeşleşmeOedipus erkek
çocuk olduğu için erkek çocukların anneleri için babaları ile
yaptıkları rekabete bu ad verilir. Kız çocuklarının babaları için
anneleri ile girdiği rekabete yine Shakespeare'in karakterlerinden
biri olan kız çocuk adına atfen Electra krizi denir. Krizin
çözülememe hali komplekstir.Bu, kendi cinsine karşı, karşı cins için
verilen bir mücadeledir. Amaç; karşı cinsin ilgisini çekmede kendi
cinsine göre daha başarılı olabilmektir. Kendi ve karşı cins için
seçilen ilk örnekler çocuğun ebeveynidir. Örneğin kız çocukları
babalarının ilgisi için anneleri ile erkek çocukları da annelerinin
dikkatini çekmek için babaları ile mücadeleye girişirler. Topuklu
ayakkabı giymek, ruj sürmek, kaçan çorap istemek gibi. Ya da bilek
güreşi yapmak, boks eldiveni istemek gibi.- Dört yaşındaki oğlumla
boks maçları yapıyoruz. Odanın ortasına ip gererek adeta gerçek bir
arena kuruyoruz. Parlak çikolata ambalaj kâğıtlarından dişliklerimizi
ve boks eldivenlerimizi giyip ringe çıkıyoruz. Eşim, gerekli hallerde
suyumuzu ve havlumuzu veriyor. Beni yenebilmek için aşın bir güç ve
çaba harcadığına şahit oluyorum. Onu hiç bir oyunda bu kadar hevesli
ve canla başla çalışırken görmüyorum.- Dört yaşındaki kızımı
aynanın karşısından alamıyorum. Kaşla göz arasında yatak odasına
gizlenip, benim rujlarımı, farlarımı deniyor. Geçen hafta ağlaya
bağıra kaçan çorap aradık kendisine.Karşı cinsin ilgisini çekebilmek
için, aynı cinsle cazibe yarışları yapılır. Bu durumun oldukça
zorlayıcı bir durum olması nedeni ile kriz diye adlandırıldığını
söylemiştik. Bu cazibe yarışları sayesinde çocuk kendi cinsi ile
iyice özdeşleşir. Cinsiyetine özgü rolü benimser. Bu yarış sırasında
aynı cinsin bu konudaki mahareti gözlenir. Onun gibi, hatta ondan
üstün olma çabası gösterilir. Sonunda, kendi cinsindeki ebeveynle
mücadele yerine, o cins kabul edilir. Yani aynı cinsin gücü ve
cesareti ile özdeşleşme ile bu kriz ortadan kalkar (Oedipus-Electra
krizinin çözümü). Önceleri aynı cins ebeveynin güç ve cesareti ile
olan özdeşleşme, giderek aynı cins ebeveynin cinsel kimliği ile
özdeşleşerek cinsel kimliğin ilk kilometre taşını
oluşturur.Özdeşleşme FigürüÖzdeşleşme, kişilik gelişiminde önemlidir.
Asıl önemlisi, çocuğun özdeşleşeceği güvenilir figürleri yakın
çevresinde bulabilmesidir. Kız çocukları için anne, erkek çocukları
için ise baba, o güne kadar çocukla kurdukları ilişkinin
güvenilirliği ve başarısı ölçüsünde, çocuk tarafından özdeşleşmeye
kabul ya da red görürler.Özdeşleşme figür yoksunluğu, kız çocukları
için ya erkeklerden ürken ya da onlara aşırı cinsellikle yaklaşan
bir kişiliğin, erkek çocuklar için işe annesine bağımlı, üretken
olamayan bir kişiliğin temellerini atar.

Doç.Dr.Sabiha Paktuna Keskin
Pediatrist, Pediatrik Nörolog
Uluslararası Tıp
Çocuk Beyin Hastalıkları

KAYNAK: www.bebekkokusu.com

Çocuklarda Cinsel Eğitim 1

Çevresini ve dış dünyayı yeni yeni tanımaya çalışan çocuğun özellikle 3 yaş civarında aşırı meraklı olduğu ve bu dönemlerde anne-babasını çeşitli konularda soru bombardımanına tuttuğu bir gerçektir. Bu sorulardan anne ve babayı en çok zorlayanı çocuğun cinsel içerikli soruları olmaktadır. Ansızın, beklenmedik anda böyle bir soruyla karşılaşan anne ve baba ne yapacağını bilmemenin verdiği telaşla
ayıptır, daha sen çok küçüksün gibi kaçamak cevaplar vererek çocuğu başından savmak veya soruyu duymamazlıktan gelerek cevapsız bırakmayı tercih eder.Oysa bu tutum çocuğun var olan merakını bir kat daha artırır. Bu merakı gidermek için çocuk anne-babanın yatak odasına ani baskınlar düzenler, onları banyo yaparken gizlice izlemeye çalışır ya da arkadaşlarının bedenlerini incelemek ister.

Çocuğun cinsel içerikli sorularının temelinde cinsel duygular değil onun üremeye yani bebeklerin nasıl dünyaya geldiklerine dair merakı yatar. Bu çocuğun uzaya gezegenlere ya da hayvanların yaşayışlarına
olan merakından farklı değildir. Anne ve babanın sorular karşısında duyduğu gerginlik bu farkı bilmemekten ve çocuğun cinsellik anlayışını erişkin anlayışıyla karıştırmaktan kaynaklanmaktadır.
Çocuğa cinsel bilgiler vermenin ideal zamanı onun bu konularda soru sormaya başladığı dönemlerdir. Bu tür sorular genellikle 3 yaş civarında sorulmaya başlanır. İlk sorular kendi bedeni , annenin
bedeni ya da bir kardeşin dünyaya gelişi ile ilgilidir. Ona vereceğimiz cevapların içeriği yaşa bağlı değişebilir. Ancak asıl dikkat edilmesi gereken gerçek dışı ifadelerden kaçınmaktır. Örneğin
bebekler nasıl gelir ? sorusu çocukların sıkça sorduğu bir sorudur.Buna çok basit şekilde şöyle cevap verebiliriz. Bebekler annenin karnında büyürler. Orada bebeklerin büyümesi için özel bir yuva
vardır. Burada büyürler ve bir süre geçtikten sonra annenin döl yolundan dışarı çıkarlar. Bunun yerine bebekler leylekler tarafından getirildi ya da çarşıdan satın alındı gibi gerçek dışı ifadeler
çocuğun yanlış bilgilenmesine neden olacak ve bir müddet sonra bu cevabın doğru olmadığını anlayan çocuk merakını gidermenin ve sorularına cevap bulmanın başka yollarını arayacaktır. Diğer taraftan
bazı anne ve babalar da çocuklarının sordukları soruları kuşlar , arılar gibi hayvanlar üzerinden onları anlatarak cevaplamak isterler. Böylece üreme ile ilgili bilgilerin daha masum hale geleceğini ve
cinsellikten arınacağını düşünürler. Oysa çocuğun asıl merak ettiği konu insanların üremesidir. İşe kuşlar ve arılarla başlamak sadece anne-babanın sıkıntısını hafifleten kaçamak bir yoldur , çocuğun
merakını gidermez.
Çocuğun sorularına verilecek cevaplar onun merakını giderici ve doyurucu olmalıdır. Ancak bilgi verme amacıyla çocuğa her şeyi tüm detayları ile anlatmak ve çocuğun aklını karıştırmak da gerekmez.
Çocuğun neyi anlayıp anlamayacağını kavramak zor değildir. Her çocuğa yaşına uygun anyabileceği bir dil kullanarak bilgi verilebilir. Çocuğa cinsel konularda yaşına uygun bilgi vermek ona basit trafik
kurallarını öğretmek gibidir. Bu bilgilerden onu uzak tutmak ileride karşılaşacağı olaylara karşı savunmasız bırakacak ve yaşam boyu onun izlerini taşımasına neden olacaktır. Vereceğimiz her türlü bilginin doğru ve abartısız olması gerekir. Uydurma yanlış, saçma ve hayali bilgiler vermek çocuğun zihnini bulandırır ve ileriki yaşamı için sorunlar oluşturur. Kullanılan dil basit olmalı ve fazla detaya
girilmemelidir. Çocuğa her şeyi detaylı biçimde anlatmanın bir anlamı ve yararı yoktur. Ona yaşına göre kaldıramayacağı derinlikte bilgiler vermek cinselliğin erken devreye girmesine neden olabilir. Cinsel
konulardan bahsederken anne ve babaların yüz ifadeleri, gerginlikleri ve huzursuzlukları da çocuklar tarafından dikkatle algılanır. Huzursuz, gergin ve utungaç bir ifadeyle ne söyleyeceğini bilemeyen
anne ve babalar çocuklarına bu konunun aslında konuşulmaması gereken kötü ve çirkin şeyler olduğu mesajını vermiş olurlar. Oysa çocuğun algılaması gereken cinselliğin doğallığı ile birlikte gizliliği ve
özelliğidir.

Çocuğa üreme ve cinsellik hakkında bilgi vermeye en uygun kişiler anne ve babalardır. Ancak bu gerçeğe rağmen anne ve babalar bilgilendirme açısından kendini yetersiz bulur ya da sıkıntı duyduğu
için çoğunlukla bundan kaçarlar. Çocuk ise yaşı ilerledikçe bu konudaki bilgileri dışarıdan başka yollarla öğrenmeye çalışılır. Böyle bir yolla bilgi edinmeyi anne ve baba olarak sizin kontrol
edebilme şansınız hiç yoktur.

Çocukların bir kısmı anne ve babaların cinsel yaşamı hakkında soru sorarlar. Cinsel bilgi verme adına anne-babanın çocuklarına cinsel yaşantılarından bahsetmesi sakıncalıdır. Cinsel yaşantıların çok özel
konular olduğu ve başkaları ile paylaşılamayacağı ifade edilmelidir. Anne ve babaları sıkıntıya sokan diğer bir düşünce de çocuklarının öğrendikleri bilgileri uygulamaya koyacakları endişesidir. Aslında bu
düşünce yetişkinlerin kendi düşüncelerini çocuklara yansıtması anlamına gelir. Çocuk erişkinler gibi cinsel istek ve ilgi duymadığından bu korku yersizdir. Ayrıca biyolojik olarak da hormonlar tarafından uyarılmamaktadır. Çocuğun sorularına yol açan sadece bilgi edinme isteğidir.

İleri görüşlülük adına çocuğa yaşının üstünde detaylı bilgiler veren ve çocuktan hiçbirşeyi gizlenmemesi gerektiğini düşünen anne ve babalar vardır. Bu anne-babalar rahatlıkla evde çıplak dolaşabilmekte ya da yaşı ilerlemesine rağmen çocuğu ile birlikte banyo yapabilmektedirler. Bu tür tutum ve davranışlar çocuğun ruhsal gelişimi için oldukça sakıncalıdır. Çocuğun anne-babasıyla aynı
yatakta yatmasının da benzer sakıncaları vardır. Doğduğu günden itibaren en kısa zamanda çocuğun yatağı ve odası ayrılmalıdır.

Cinsel konularla ilgili soru sormayan çocuklar ya daha önce sordukları sorular nedeni ile ayıplanmıştır ya da kendilerini rahat hissedecekleri bir ev ortamı bulamamışlardır. Bu nedenle oyunlarında
ve arkadaşları ile konuşmalarında sorularına cevap ararlar. Merakını gidirmek isteyen çocuk doktorculuk oynayarak hemcinslerinin ve karşı cinsin bedenini keşfetmeye çalışır. Bu durum bazı anne ve babaların
telaşlanmasına neden olur. Başlangıçta bu tür araştırma ve merak giderme çabaları bir noktaya kadar doğal karşılanmalı ve çocuk suçlanmamalıdır. Ancak çocuğa yaptıklarının farkında olduğunuz
mesajını vermeli ve merakını giderici gerekli açıklamalarda bulunmalısınız.

Kaynak : Dr.Özgür Kocabaş

İş Bankası Yayınları

Çok kaliteli tebirk etmek lazım. Avrupa standartlarında ..Çocuk kitaplarına bayılıyorum .Pahalı ama kaliteli basımlar ..eder yani.. Birde şu dikkatimi çekti ..kaliteli ve güzel şeyler basıyorlar .. orta hallilere değil daha üst kesime hitap ediyor:)Mesela Timaşın hikaye kitapları -ki çok beğeniyorum çok eğitici buluyorm Adese'den çok ucuza alabiliyorum:) İş bankasınınkiler dediğim gibi tuzlu geliyor...

Çocuklara İngilizce Eğitimi

Bi kabus sanki bu durum
sorun şu :evet kesinlikle almalı...Ünv.tede bi eğitim hocası hatta bu konuResim Ekleda kitaplar yazan bi dinazor bilgisayarın eğitime sokuılmamasını çok ciddi savunmuştu. Şimdi artık görsel eğitim öğretim yapmayan öğretmen yok sanırım. Yani işin tartışılacak yanı flan yok ..kesinlikle bu eğitim alınacak .. Peki nasıl..İnternetde herşeyde olduğu gibi bu konudada birsürü kaynak var. Birileri bişeyler yapmış hep. Ciddende hoş şeyler...

http://ssw.unc.edu/jif/makingchoices/lesson-g3.htm
http://englishsantesifon.blogspot.com
http://www.okuloncesiingilizce.com/2009_04_01_archive.html
http://www.a-qui-s.co.uk/pages/enfants/concept.php
http://englishsantesifon.blogspot.com/
http://www.eslkidslab.com
http://www.clickmagkids.com/play
http://www.funwithspot.com/uk/
http://www.firstpalette.com/Age/age.html bunu çok beğendim. Yaşa gore aktiviteler.
http://www.funwithspot.com/uk/website.html
http://www.magickeys.com/books/index.html
http://www.abcfastphonics.com/
http://cp.c-ij.com/en/contents/1006/

ama bunlardan nasıl bir çalışma programı oluşturucam...
Kreşte ingilizce dersi var bütün bir yıl hedefler 20 kelime ezberletmek:PPPP

anneye iş düşüyor her durumda olduğu gibi..
akşam eve git yemek yap..onunlamı iilgilenicen babaylamı bide ingilizce öğret....aslında saçma sapan nedenler bunlar .Planlı programlı olunca herşey yapılabilir. Ama İngilizce eğitimi için nasıl bir program yapıcan... Müfredat bilmezsin eğitim yöntemini bilmezsin .. flash card hazırla.. hangi kelimeleri için ...hadi hazırlayayım de hangi resimleri belirticen... ne kadar ayrıntıcıyım ben bu kadar ayrıntıya gömülüp hiç bişey yhapmayanlardanda olmamak lazım ...
Hadi bakalım.. Dün sıbya mektebi hayvanlar vardı.. Bakarmısın kocaman 3 bölümlük yazıdan aklımda ne kalmış :P
hadi bakalım ..Bu arada iş yerimden bloğumu açamıyorum ama giriş yapabiliyorum ...inşallah çakmazlar:)

15 Aralık 2009 Salı

bi ara okumalıyım Mebin dergileri


http://yayim.meb.gov.tr/baed-arsiv1.html

güzel makaleler var

bi ara okumalıyım http://www.orhanceker.com/web/



Kombassanın aile eğitiminde eğitim veren hocanın sayfası.Eminim ararlı bilgiler vardır.

http://www.orhanceker.com/web/

Çocuklar için Masallar Beyaz Balon


Ben oğluma her masalı okumakta zorlanıyorum. Canavarlı ,koca memişli(keloğlanda) abidik gubidik. Bi ara kendim yazayım dedim cık. Gerçekten zahmetli. Cümle kurmak bile eziyet.Ben net yazışmalarına alışmışım edebi cümleler kuramıyorum:P

http://www.beyazbulut.com/

çok güzel çok şirin masallar var. Yapanın eline emeğine sağlık.

farabinin Türk ve Dünya eğitimindeki yeri



http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/40/512/6288.pdf

Sıbyan mektebinde öğretilen hayvanlar













Oğlum bir çok hayvanı biliyor.Ama denizde yaşayanları daha çok .Vardır elbet bir nedeni diye düşündüm ve bu hayvanlar üzerinde durmaya karar verdim. Mesela tavuskuşunu bildiğinden emin değilim .

Aslan, Tilki,Koyun,Bülbül,Zürafa,Fare,Papağan,Serçe,Gergedan,Timsah,Şahin, Kartal (karakuş),Öküz, Yılan(bir kuşu yakalamış halde), Köpek, Çekirge, Kurbağa, Kedi, Güvercin,Tavus,Leylek, Horoz, Geyik, Maymun, Tavuk, Örümcek, Yılanbalığı, Civciv, Karga, Vaşak, Arı, Deve

bende bunlar için flash card hazırladım. Bakalım üstünde çalışabilecekmiyim.

Osmanlıda ders kitabı

Buna bayıldım .Bi ara ben kitap yayınlamaya karar vermiştim ve bu işin ne kadar zor zahmetli olduğunu gördüm. Burda çok eskiden yazılmış br ders kitabından bahsediyor şahane bişey ...
****
http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/147/akyuz.htm

Resimli İlk Türkçe Alfabe ve Okuma Kitabımız ve Türk Eğitim Tarihindeki Önemi

Prof.Dr. Yahya AKYÜZ (*)

I. İLK TÜRKÇE ALFABE VE OKUMA KİTAPLARINA BİR BAKIŞ

Hafız Refi’nin 1874 tarihli kitabından önce Türk eğitim tarihinde bir takım alfabe ve okuma kitapları yayınlanmıştır. Ancak bunlar resimli değildir. Öyle de olsa, bunların bazıları üzerinde kısaca durmak yararlı olur:

* Elifba Cüzü

4-5 yaşlarındaki çocukların gitmeye başladıkları ve 10-11 yaşlarına kadar devam ettikleri sıbyan mekteplerinde alfabe ve okuma öğretimi ile ilgili en eski ve yaygın kitap Elifba Cüzü’dür. Yazarı ve ilk yazıldığı tarih bilinmemektedir. Bir çok kez basılmış, geleneksel okuma öğretme yöntemi bu kitapla sürüp gitmiştir. Amacı, aslında Kur’an’ın okunuşunu öğretmektir; bu nedenle Türkçedeki P, Ç, J harflerine yer vermemiştir. Harfler, üstün, esre, ötre, iki ötre... denen işaretlere göre hecelenmektedir: Elif üstün e, elf esre i, elif ötre ü vs. gibi. Bu uzun hecelemelerden sonra harflerin sesleri birbirine katılarak Arapça kelime ya da kelime parçaları okunur. Usûl-i tehecci, yani heceleme yöntemi denen bu yöntemle okuma öğrenmek çok zaman almakla beraber, bu yöntem, çocukların anlamlarını bilmedikleri Arapça kelimeleri okuyabilmelerinde oldukça geçerlidir.

Bazı sıbyan mektebi öğretmenleri, harfleri kolayca ve ilginç hâle getirerek öğretmeye çalışmışlar, bu amaçla harfleri eşya ve hayvanlara benzetmişlerdir!.. Örnekler: Elif mertek gibi, Be tekne gibi, Te ona benzer, Cim karnı yarık, Ha ona benzer, ona benzer, tavşan kulaklı, ona benzer, Fe kuzu başlı, Kaf koyun başlı... gibi. Kuşkusuz bu yakıştırmalar çocukların ilgisini çekmiş olmalıdır. Ancak, harfleri tanımlamakta çok belirsiz olan bu yakıştırmaların alfabe öğreniminde bir yararı olduğu şüphelidir.

İşte, Türk eğitim tarihinde ilk alfabe ve okuma öğretimi kitapları, Tanzimat döneminde Elifba Cüzü’nden farklı öğretim yöntemlerini getirme amacı ve arayışı içinde hazırlanmışlardır. Fakat, geleneksel Elifba Cüzü hiçbir zaman ortadan kalkmamış, günümüze kadar sürekli basılmıştır.

* Nuhbe-t’ül Etfâl

Geleneksel okuma yöntemini değiştirmeyi amaçlayan, bilinen en eski kitap Mekteb-i Tıbbıye Doktorlarından Kaymakam, Kayserili Rüşdü Beyin Nuhbe-t’ül Etfâl başlığını taşıyan kitabıdır (Mayıs 1858, 63 s.). Bu kitap da kısmen Elifba Cüzü’nün etkisinden kurtulamamış ve heceleme yöntemine de yer vermiştir. Fakat, Türkçede kullanılan harfleri de almış ve Türkçe kelimelerin okunuşuna da önem vermiştir. Yazı çeşitleri ve örneklerinin de çok geniş ele alınıp öğretilmeye çalışıldığı görülmektedir. Ayrıca, çocukların görgü kurallarını öğrenmeleri, genel kültürlerini artırmaları için cümleler, hikâyeler, şiirler de çokça yer alır. Bu şiirlerin hemen hepsi ilkokul öğrencilerinin düzeyinin çok üstünde, hatta tasavvufî niteliktedir. Yazarın bunlara yer vermesi, kitabını aynı zamanda çocukların ileride de okumaları için bir antoloji olarak düşündüğünü gösteriyor.

Bu konuda iki örnek vermekle yetinelim:

- Bağdatlı Ruhi’ye (öl. 1605) ait bir beyit şöyledir:

Sanma ey hoca ki senden zer ü sîm isterler,

Yevme lâ yenfau’da kalb-i selîm isterler

Kur’an’a atıf yapılarak (Şuarâ, 88-89) yazılan bu beyiti günümüz Türkçesine şöyle çevirebiliriz:

Ey hoca, sanma ki senden altın ve gümüş istenir

Kıyamette kurtuluş Tanrı’ya doğru bir kalble gitmektedir.

- Lâedrî (yazarı bilinmeyen) iki beyit şöyledir:

Halka kin eyleme, ger varsa mürüvvet sende

Seni zemm eyleyeni medhile kıl şermende

*

Ehl-i irfan ile külhanda geçinmek yeğdir

Cühelâ ile safa eylemeden gülşende

Bu beyitleri günümüz Türkçesine şöyle çevirebiliriz:

Mert ve iyi biriysen kimseye kin tutma

Seni kınayanı sen överek utandır

*

Olgun, anlayışlı kişilerle hamam külhanında yaşamak

Cahillerle gül bahçesinde zevk sürmekten daha iyidir

II. RESİMLİ İLK TÜRKÇE ALFABE ve OKUMA KİTABI ve DEĞERLENDİRİLMESİ

A. Resimli İlk Türkçe Alfabe ve Okuma Kitabımız

Hakkında Galatasaray Lisesi öğretmeni olduğundan başka bir bilgiye rastlamadığımız Hafız Refi, önce resimsiz, 1874’te (H. 1291) de resimli olarak, Resimli Elifbâ-yı Osmanî adıyla bir kitap yayınlamıştır. Kitap, Galata’da Neologos Matbaasında basılmıştır. 96 sayfa olan bu kitaba 8 kuruş fiyat konmuştur.

Bizim tesbitlerimize göre, eğitim tarihimizdeki resimli ilk Türkçe alfabe ve okuma kitabı budur.

Kitap, alfabenin tanıtılmasından ve bir çok kelime ile cümlenin öğretilmesinden sonra, hemen hepsi hayvanlarla ilgili okuma parçalarına geçmektedir. Bu okuma parçaları öğrencilerin ilgisini çekecek ve onu sürükleyecek biçimde yazılmıştır. Bu parçaların sonunda da genellikle "hülasa-i kelâm" (sözün özü) başlığı altında ahlâkî dersler, ilkeler ve öğütler yer almıştır.

Kitapta 31 adet, gravür biçiminde yapılmış hayvan resmi vardır. Son derece güzel çizilmiş ve basılmış olan bu resimlerin Batı dillerinde yazılmış kitaplardan alınmış olması muhtemeldir. Nitekim bazılarının altında latin harfleriyle imzalar görülmektedir.

Kitapta, aşağıdaki hayvanların resimleri vardır:

Aslan

Tilki

Koyun

Bülbül

Zürafa

Fare

Papağan

Serçe

Gergedan

Timsah

Şahin

Kartal (karakuş)

Öküz

Yılan

(bir kuşu yakalamış hâlde)

Köpek

Çekirge

Kurbağa

Kedi

Güvercin

Tavus

Leylek

Horoz,

Geyik

Maymun

Tavuk

Örümcek

Yılanbalığı

Civciv

Karga

Vaşak

Arı

Deve

Kurt

Kitapta hiçbir insan resmi yer almamaktadır. Bu ilginç durum, döneminin resme ilişkin tutumundan kaynaklanmış olsa gerektir.

B. Resimli İlk Türkçe Alfabe ve Okuma Kitabının Değerlendirilmesi

1. Kitabın yöntemi

Kitabın öğretim yöntemini iki açıdan değerlendirmek uygun olur:

a) Alfabe ve okumayı öğretme yöntemi

Kitapta Osmanlıca alfabe tam olarak, yani Arapça ve Kur’an alfabesinde bulunmayan P, Ç, J harfleri de gösterilerek verilmiştir. Bundan, bu kitabın Kur’an okumayı öğretmek için yazılmadığı ta başından anlaşılmaktadır. Bu özellik, Tanzimat döneminde o yıllarda başka alfabe kitaplarında da görülmekte ve Tanzimat eğitiminin yönünü de bize göstermektedir.

Bu kitapta, okuma öğretilirken, geleneksel ve hecelemeye dayanan usûl-i tehecci (harfleri heceleyerek sökme ve okuma) yöntemi bırakılmıştır. Bu geleneksel yöntemde kelimeler, harflerin uzun uzun hecelenmesi ile okutulurdu: "cim üstün ce, cim esre ci, cim ötre cü, cim iki ötre cün..." gibi. Arapça harf ve kelimelerin okunuşuna uygun olsa da Türkçe kelimelerin okunuşuna uygun olmayan ve çocuğun kafasını karıştıran bu yol terkedilmiş ve usûl-i savtî denen, yani harf ve kelimeleri hecelemeden kendi sesleri ile okuma yöntemi benimsenmiştir.

Bu yöntem, o tarihlerde, başta Selim Sabit Efendi olmak üzere bazı eğitimcilerce benimsenmeye başlamıştı.

Böylece Hafız Refi’nin de o yıllarda usûl-i cedîd denen okuma yazma ve eğitimde yenileşme hareketinin öncülerinden biri olduğu ortaya çıkmaktadır.

Hafız Refi, daha sonra çocuğun bir kısmını bildiği kelimelere, cümlelere, sonra da okuma parçalarına geçmektedir. Bunlar arasında şüphesiz çocuğun bilmediği, kolay öğrenemeyeceği Arapça, Farsça kelimeler, deyimler, cümleler de vardır. Bu durum, o dönemin Türkçesi olan Osmanlıcanın yapısından olduğu kadar, yeni önerilen yöntemlerin kusursuz, tutarlı ve sistemli biçimde işlenmesinde yenilikçi yazarlarımız ve eğitimcilerimizin bazı yetersizliklerinden ileri gelmiştir.

b) Okuma parçaları ile okumayı geliştirme yöntemi

Hafız Refi, hemen hepsi hayvanların çeşitli huy ve özelliklerini konu alan okuma parçaları ile de, alfabeyi öğrenen çocukların ilgi ve zevkle, öğrendiklerini pekiştirmelerini, okumadan zevk almalarını amaçlamıştır.

Yazar, ayrıca, bu okuma parçalarının sonlarına koyduğu bazı sözler ve şiirlerle çocuklara yaşam tecrübesi ve ahlâkî bilgiler kazandırma amacındadır.

Kitabına koyduğu 31 adet resim de, çocukların kuşkusuz çok ilgisini çekecek biçimde çizilmiş ve bazan bir sayfayı kaplayacak kadar büyük olarak yer almıştır. Bu, çocukların, hayvanların vücut ayrıntılarını iyi farketmelerine imkân vermekte ve onların resimleri daha iyi incelemelerini kolaylaştırmaktadır.

2. Kitaptan bazı örnek metinler

Yazar, 17. Derste, mevsimleri çocukların hoşuna gidecek şu benzetmelerle öğretmektedir:

"Senenin mevsimleri 4’tür. Çiçek veren Bahar, yemiş veren Yaz, üzüm veren Güz, Sonbahar, tabiatlara rahat veren Kış."

Aynı derste yer alan başka bilgiler şöyledir:

"Gökten zuhur eden alâmetler yağmur, dolu, fırtınalar ile rüzgârlardır. Güneşin sıcaklığı meyvelere olgunluk verir. Bulutlar suların buğularından olur. Şimşek yıldırımın kılavuzudur. Yıldırım çok kere ağaçların tepelerine düşer."

20. Derste hayvanların özelliklerinden bir kısmı şöyle anlatılmıştır:

"Hayvanların her birisi(nin) düşmanlarına karşı durmak için mahsus (özel) silâhları vardır. Birisi diş, diğeri tırnak ile karşılık eder. Bir takımı gagasıyla mukabele ederken, diğeri pençe ve dikeni ile mukavemet eder; ve her ne kadar hayvanların göz, kulak, ağız, burun ve vücutları olup, postlarıyla kendilerini ziyandan sakındırabilirler ise de, insan gibi değildirler. Zira insan istediğini söyleyip her işini dahi anlatabilir. Tuti ve papağan takliden söyler. Nitekim (şöyle derler):

Tutiye etsen eğer tâlim-i edâ-yı kelimat

Sözü insan olur ama özü insan olmaz"

21. Derste, madenler tanıtılırken "altın" için denir ki:

"Altın sarı ve parlak bir madendir ve pek çok ağırdır ve sikkelerin (paraların) en kıymetlisidir. Osmanlı devletinde birkaç türlü sikke vardır. Bakırdan onluk, yirmilik, kırklık, beşlik ve bir paralık sikke vardır. Gümüşten yirmilik mecidiye, yarım mecidiye, çeyrek mecidiye... vardır. Altın yüz kuruşluğa Osmanlı lirası ve mecidiye altını derler. Elliliğe yarım lira, yirmibeşliğe çeyrek lira, yirmiliğe adliye derler."

Kitaptaki hayvan hikâyelerinin bazılarının La Fontaine’in masallarından (fabl) alındığı görülmektedir.

22. Derste "terbiye" ve "aslanın özellikleri" gibi birbirinden farklı iki konu aralarında ilişki kurularak ele alınmıştır:

"Edebi (terbiyesi) olmayan pederin oğlu edîb (terbiyeli) olursa babasının ayıbını örter. Edîb olan babanın oğlu cahil ve edepsiz olursa pederinin şanını berbat eder. İnsan vücudu kuvvet bulmak için yemeğe muhtaç olduğu gibi, akıl dahi edebe muhtaçtır...

"Aslan yiğitliğiyle her yerde geçindiği gibi, âkıl (akıllı) ve edîb olan dahi dirayetiyle her yerde geçinir.

"Aslan gayet cesur ve şeci olduğundan hayvanların padişahı sayılır. Amerika ile Afrika’nın en sıcak sahralarında ikamet eder. Büyüklüğü 8 ayak, rengi dahi sarılı bozlu ve başı gayet büyük olup yüzü dört köşeli ve arkasındaki bölük bölük saçları dahi uzuncadır. Aslanın kükremesi gök gürlemesi gibidir. Büyük hayvanlara gayet gazaplı (kızgın) ve sert görünürse de, küçüklere pek çok merhametli ve velinimetlerinin hakşinasıdır (kendisine iyilik edenlere nankörlük etmez). Yalnız gergedan ve kaplan ve fil ve esb-i derya (su aygırı) dedikleri hayvanat ona mukavemet edebilirler (direnebilirler). Geceleyin gıda aramaya çıkıp avlanacağı hayvanın peşine düşmez. Ancak sık ve ufak ağaçlarda saklanıp gözleyerek ve karnıyla sürünerek ava yaklaştıkça ön ayağıyla çarpıp birden yere yıkar. Badehu (sonra) omuzuna atar gider; ve kendisine lüzumu olacak ve doyabilecek kadar hayvanatı öldürüp ziyadeyi irtikâp etmez (onunla yetinir). Başka bir av bulamayıp ziyadesiyle aç kalır, yahut insanlar ilişirlerse, o vakit üzerlerine salar; ve ateşten korktuğu için onunla korkutup kaçırırlar. Dişi aslan tahminen erkek aslanın rubu (dörtte biri) kadar küçük ve ondan az kuvvetli ve yakışıklıdır; ve bir, nihayet (en çok) altıya kadar yavru doğurup onları himaye ederken erkekten daha ziyade sert olur. Arkasında bölük bölük saçları olmayıp boynundan aşmış sık ve pek uzun kılları vardır."

Kitapta, aslan bu canlı terimlerle anlatıldıktan sonra aşağıdaki hikâye ve derse yer verilmiştir:

"Aslanın biri ihtiyar olarak sayd-u şikâra (avlanmaya) kudreti kalmayınca hilekârlığa kalkışıp izhar-ı temaruz ederek (hasta gibi görünüp) bir mağaraya çekilir. Sair (öteki) hayvanat, keyifsizliğini (hastalığını) işittikleri gibi ziyaretine giderler. Ancak, yanına takarrüp edeni (yaklaşanı) idam eylediğini tilki haber alınca ziyaretine gidip kapının dışarısından hal ve keyfiyetini sorar. Ol dahi fena halde keyifsiz (hasta) olduğunu beyan ve ne sebebe mebni (neden) yanına gitmediğini suâl ettikte, tilki, gireni çok ve çıkanı pek az gördüğümden cesaretim ve emniyetim (güvenim) büsbütün selbolmuştur (gitmiştir) diye cevap vermiş."

"Hulâsa-i kelâm (sözün özü): Akıllı olan adam fenalık umulan yerlerden hazer eylediği (çekindiği) için tehlikeye asla düşmeyip kendisine bir zarar gelmez."

Kitapta, "bülbül" ile ilgili 23. Derste de konuşma ve susma ile ilgili öğütler verilmiştir. Bilindiği gibi ölçülü ve az konuşmayı bilmek, çoğu kez susmak, geçen yüzyıllarda Müslüman toplumlarda (hatta evrensel olarak her toplumda) en önemli erdemlerden biri kabul edilmiştir. İşte Hafız Refi de kitabında bu görüşleri çocuklara telkin etmeye çalışır:

* "İnsan, boşboğazlıktan ve çok söylemekten (konuşmaktan) ziyadesiyle hazer etmeli (çekinmeli). Zira, çok söyleyen çok yanılır derler."

* "Beyit :

Başa dilden gelir her ne gelirse

Dili söyletme gel elden gelirse

*

Söz altındır gönül içinde dercet (sakla)

Teraziye ver ondan sonra harcet (harca)

*

Terazisidir onun akl-ı kâmil

Ne bilir bu sözü nâdan (bilgisiz) ve câhil

Yine bülbül ile ilgili açıklama ve hikayelerden sonra şu beyite ver yerilmiştir.

Sükût eyle zira onun içinde var

Nice bin lisan ve nice bin beyan

(Sus, çünkü susmanın içinde binlerce anlamlar vardır!)

Kitabın ilginç özelliklerinden biri de, "köpek"ten söz ederken "kuduz" meselesine de yer vermesidir. Eğitim tarihimizde kuduzdan ilk kez muhtemelen bu çocuk ve öğrenci kitabında bahsedilmektedir. Gerçekten kuduz, çok ciddî ve köpeklerle kedilere düşkünlükleri nedeniyle özellikle çocukları tehdit eden önemli bir tehlikedir.

Kuduz, ülkemizde, başıboş köpeklerin çokluğu nedeniyle her zaman bir sorun olmuştur. Aralık 1999’da İstanbul’da 300 bin sokak köpeğinin bulunduğu tesbit edilmiş ve ülkenin bazı yerlerinde köpek saldırısına uğrayan öğrenciler ve yetişkinler kudurarak hayatlarını kaybetmişlerdir. Bir örnek verirsek, İzmir’de B adında 8 yaşında ilkokul 1. sınıf öğrencisi bir kız, okula giderken, ağzından salyalar akan bir köpek tarafından ısırılmış ve kendisine hemen kuduz tedavisi uygulanmaya başlamıştır. 1999 Aralık ayı sonunda bu konu basında önemli bir yer tutmuş ve İstanbul’un bazı semtlerine karantina (tecrit) uygulanmıştır. Basında çıkan haberlere göre, yasalar başıboş köpeklerin öldürülmesini öngördüğü halde, "belediyeler para sıkıntısı ve hayvanseverlerin yaygarasından çekindiğinden" bir şey yapamamaktadırlar!..

İşte, Hafız Refi, incelediğimiz alfabe ve okuma kitabında, "köpek"ten bahsederken, kuduz konusuna da yer vermiş, kuduzun belirtilerini ve tehlikelerini göstermiştir. Kuduza karşı aşı, bu kitabın yazılışından 11 yıl sonra, 1885’te Pasteur tarafından Fransa’da bulunmuştu. Bu nedenle, o tarihe kadar kesinlikle ölümle sonuçlanan kuduz vakalarına ilişkin bazı bilgilere Hafız Refi’nin kitabında yer vermesi ilginç ve önemli bir yaklaşım olmuştur.

Hafız Refi, bu konuda şunları yazar:

"Köpeklerin en büyük hastalıkları, kuduz illetidir. Alâmeti (belirtisi) oldur ki, köpeğin gözleri kıpkırmızı, kulakları gevşektir ve tükürüğü ile burnu dahi akar durur. Kuyruğunu bacaklarının arasına sokar ve baygın gibi yürüyüp acıkır yemez, susar su içmez. Suyu görünce feryat eder (bağırır). Çoğu su içtiğinde ölür. Gözüne bir karaltı gelirse, ulumaksızın üzerine salar. Öbür köpekler ondan kaçar. Bir insanı ısırsa büyük ve fena hastalıklar zuhur eder (ortaya çıkar). Ezcümle susuzluktan helâk (ölme) derecesine gelip bir düziye su arar, verdikleri suyu içmez. Bu illet temelleşirse hin-i tebevvülde (idrar yaparken) küçük köpükler şeklinde bir şeyler oluşur. İyazen billâhi teâlâ (Allah bu illetten korusun!)"

Kuşkusuz yazarın, kitabını okuyan çocukları ve onların velilerini daha ayrıntılı uyarması, çocukların başıboş köpeklere yaklaşmamalarını istemesi çok iyi olurdu. Ancak, yazarın, tedavisinin henüz bilinmediği kuduz illeti konusunda alfabe ve okuma kitabına bazı bilgiler koyması ve tehlikelerinden sözetmesi yine de çok önemli ve öngörülü bir yaklaşımdır.

25. Derste "Timsah"tan söz edilir. Çok ilgi çekici olarak yapılan açıklamalar şöyledir:

"Timsah iki hayatlı, yani denizde ve karada yaşayan hayvanattan olup kertenkeleye benzer. 10 ve en çok 100 ayak kadar boyu ve öküz kadar semizliği vardır. Başı gayet büyüktür ve dili yoktur. 100’den fazla sivri dişleri vardır. Vücudu gayet kuru olduğundan ne kurşun, ne süngü tesir edemez. Ancak karnı pek yumuşak olduğundan oradan yaralanabilir. Bu hayvan bazan derelerde ve başka sularda, bazan karada yaşar. Afrika, Asya ve Amerika’nın timsahları büyüklük bakımından birbirlerinden farklıdır. Ancak, en büyükleri Nil nehrindedir. Timsah et yiyen hayvanlardan olup öküz, at ve insan etini dahi yer. Her ne kadar insanlardan korkarsa da, muztar kaldığı vakit (zor durumda kalırsa), bazan odun gibi gayri müteharrik (hareketsiz) olarak kenarda uzanır, bazan da sabi (küçük) çocuk gibi ağlar. İşte böyle hile ile insanları avlayıp kavrar. Dişisi senede yüz tane yumurta yumurtlayıp kumda saklar. Sonra güneşte ısınırlar da yavruları çıkar."

Bu açıklamalarda çocuğun ilgisini çekecek ilginç ve renkli bilgiler vardır. Bazıları şunlardır:

* Timsahın dilinin olmaması.

* 100’den fazla dişinin olması.

* Vücuduna kurşun ve süngünün işlemeyecek kadar kuru ve sert oluşu.

* Karnının pek yumuşak olması ve oradan yaralanabilmesi.

* Su kenarında odun görünümünde uzanıp çocuk ağlaması gibi sesler çıkarması ve yanına bu hile ile insanları çekip onları avlaması.

* Dişi timsahın yılda 100 yumurta yumurtlaması.

Bu kadar ilginç bilgilerin, böyle bir renkli ve canlı anlatım içinde sunulması hiç şüphe yok ki çocukların ilgisini derinden çekecek, onlarda okuma sevgisi, tabiatı inceleme merakı oluşturacaktır.

*

Kitapta hayvanların özellikleri, onlarla ilgili hikâyeler ve insanlar için çıkarılabilecek dersler böyle sürüp gitmektedir. Biz bu derslerden birkaçını daha vermekle yetiniyoruz.

* "Sabır ve teenni (düşünerek ve yavaş davranma) devlet (mutluluk) ve selâmete bâdi olduğu (yolaçtığı) gibi, bilakis sabırsızlığın akıbeti dahi nedâmeti münteçtir (pişmanlığı doğurur)."

* "Bela insana bir büyük derstir."

* "İnsan velinimetlerine hakşinas olmak gerektir (insan kendisine iyilik edenlere saygılı olmalıdır)."

* "Mülahazasız (düşünmeden) görülen işin neticesi nedâmet ve pişmanlıktır."

*"Hulf-i vaad eden adam nihayet maskara-i âlem olur" (sözünde durmayan sonunda âlemin gözünde gülünç olur).

* "İnsan ve hayvanlara fenalık edenler elbette muakıp olurlar (ceza görürler)."

* "Yırtıcı kuşun ömrü az ve acûl (acelesi) olanın sonu hırman (mahrumiyet) olduğu gibi sabûr (sabırlı) olanlar dahi istirahat-ı bal ve safâ-yı hal ile (mutluluk içinde) muammer ve şâdan olurlar (çok ve huzurlu yaşarlar)."

* "Temeli bozuk olanın fenalığı hiçbir iyilikle defolmaz (yaradılıştan gelen kötü özellikler giderilemez)."

* "Büyüklerin sözünü dinlemeyenlerin sonu nedâmet ve helâktir (... pişmanlık ve yok olmadır)."

* "Şimdiki halde mâlik olduğun şeyin kıymeti, istikbalde (gelecekte) mâlik olacağın pek çok şeylerin kıymetinden alâdır (daha iyidir)."

SONUÇ ve GENEL DEĞERLENDİRME

Bizim tespitlerimize göre, eğitim tarihimizde resimli ilk Türkçe alfabe ve okuma kitabı, Hafız Refi adında bir öğretmen tarafından 1874’te İstanbul’da yayınlanan Resimli Elifbâ-yı Osmanî başlıklı kitaptır.

96 sayfa olan bu eser, alfabeyi ve kelimeleri geleneksel "heceleme" yöntemi ile değil, o yıllarda bizde benimsenmeye başlanan yeni bir yöntem olan "seslerine" göre öğretmeye çalışmaktadır. Böylece, yazarını, Tanzimat döneminin eğitimde yeni yöntem ve uygulamaları benimsemiş ve bunları yaymaya çalışan "usûl-i cedîd" hareketinin bir mensubu olarak görmek gerekir.

Eserde, asıl ağırlık okuma parçaları ve resimlerdedir.

Okuma parçaları, esas olarak hayvanlarla ilgili gözlemlere dayanan belgesel nitelikli yazılar ve hikâyelerden oluşmaktadır.

Bu parçaların sonunda "hülâsa-i kelâm (sözün özü) başlığı altında kısa ahlâkî dersler, ilkeler ve toplumsal yaşama ilişkin öğütler yer almıştır. Bunlar esas olarak, "az konuşmanın yararları, tedbirli olmanın ve düşünerek hareket etmenin, sabırlı olmak, aza kanaat etmenin, büyüklerin sözünü dinlemenin, güçlülere karşı koymamanın... gereği ve yararları" şeklindedir. Bu telkinler, o dönemlerde öğrencilere ne gibi ahlâk ve davranış ilkelerinin öğretilmeye çalışıldığını gösterdiği için de önemlidir.

Kitabın ilginç bir özelliği de "köpek" hakkında bilgi verirken "kuduz" sorununa değinmesidir. Kuduzun çok tehlikeli bir "illet" olarak ele alınması ve kuduz köpek ile bu illete yakalanan insanın belirtilerinden söz etmesi önemlidir. Eğitim tarihimizde kuduzdan ilk kez muhtemelen çocuklara hitap eden bu alfabe ve okuma kitabında bahsedilmektedir.

Hayvan resimleri bu alfabe ve okuma kitabının asıl özgün yönünü oluşturmaktadır. 31 adet güzel çizilmiş gravür tarzındaki bu resimler kitabın pedagojik değerini çok artırmaktadır. Böylece, yazarın, çocuğun hayvanlara içten bir ilgi duyduğunu, çocuğun bu ilgisinin öğretimde önemli bir yardımcı olabileceğini ve hayvan resimlerinin ders kitaplarındaki değerini iyi bildiğini görmekteyiz.

Hayvanlarla ilgili bilgilerin çok canlı ve renkli bir anlatımla sunulması, kuşkusuz çocukların ilgisini derinden çekmiş, onlarda okuma sevgisi ve doğayı inceleme merakı oluşturmuştur.

Bu eser, kuşkusuz, eğitim tarihimizde, alfabe ve okuma kitapları alanındaki gelişme ve yenileşmelerin ilk nirengi noktalarından biridir.

KAYNAKLAR

Bu araştırmanın kaynakları, metin içinde adı geçen kitaplarla, eğitim tarihimize ilişkin yaptığımız araştırmalardır. Bunlar için özellikle Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1999’a) başlıklı kitabımıza ve orada gösterilen kaynaklara bakılabilir (İstanbul, 1999, 7. Baskı, ALFA yay.).

---

(*) Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi.(kaynak göstermemek olmaz:P)

Kuduzuda biz bulmuşuz:)

www.aksam.com.tr
28 Aralık 2000 Perşembe


İşte ilk Türk alfabesi

İlk Türkçe okuma kitabı 'Resimli Elifba-yı Osmani'nin 126 yıl önce Hafız Refi tarafından yayınlandığı belirlendi

Türk eğitim tarihinde resimli ilk Türkçe alfabe ve okuma kitabını, 126 yıl önce Galatasaray Lisesi Öğretmeni Hafız Refi'nin 'Resimli Elifba-yı Osmani' adıyla yayımladığı tespit edildi.
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Yahya Akyüz'ün 'Milli Eğitim' dergisinde yer alan incelemesine göre, 96 sayfadan oluşan kitap, 1874 yılında Galata'da Neologos Matbaası'nda basılmış ve 8 kuruş fiyat konulmuş. Kitapta Osmanlıca alfabe, Arapça ve Kuran alfabesinde bulunmayan P, Ç ve J harfleri de gösterilerek verilmiş. Prof. Dr. Akyüz'e göre, '
kitabın ilginç özelliklerinden biri de köpekten söz ederken kuduz konusuna yer vermesi.'
Kuduz da yer alıyor
Prof. Akyüz, 'Hafız Refi, kitapta kuduzun belirtileri ve tehlikelerini göstermiştir. Kuduza karşı aşı, bu kitabın yazılışından 11 yıl sonra 1885'te Pasteur tarafından bulunmuştu. Bu nedenle o tarihe kadar kesinlikle
ölümle sonuçlanan kuduz vakalarına ilişkin bazı bilgilere Hafız Refi'nin kitabında yer vermesi ilginç ve önemli bir yaklaşım olmuştur' dedi.


Osmanlı Sıbyan Mektepleri


SIBYAN MEKTEPLERİ VE EYÜP'TEKİ SIBYAN MEKTEPLERİ (1)

Asuman Bozdağ

Fahrettin BOZDAĞ

Araştırmacı – Yazar

GİRİŞ

Toplumlar bir takım kurumların varlığı ile yapılarını oluşturur. Toplumu ayakta tutan kurumların oluşması, yerleşik sosyal hayatla yakından ilgilidir. Tarih boyunca, farklı dini ve sosyal yapılar, toplumun bir ihtiyacını gidermek, çevrenin sosyal dokusunu sağlıklı şekilde muhafaza etmek için ortaya çıkmıştır.

Toplumun maddi ve manevi dinamiklerini koruyan ve geliştiren en önemli kurum eğitim-öğretimdir. Aynı zamanda eğitim öğretim alanı toplumların en sorunlu alanlarından biri olagelmiştir.

Eğitim, 21. asırda bile, derin tekonolojik, ekonomik, toplumsal ve siyasal değişim ve dönüşümlerin içerisinde çalkalanan dünyamızda, sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da yeni modeller, yeni çözümler aradığı bir konudur. Çünkü eğitim; insan yetiştirmek,insanı biçimlendirmek ve bilgiyle beceriyle olduğu kadar, düşünceyle, fikirle, ideolojiyle donatmak demektir. İnsanın yaratılıştan getirdiği güzel hasletlerinin en verimli biçimde fert ve toplum menfaatine kullanılma terbiyesidir.

Her dönem, her toplum, her devlet, her siyasal anlayış kendine yararlı, kendine uygun “kişi” yetiştirmeyi amaçlar. Eğitim sistemini de bu hedefe uygun olarak oluşturmaya ve uygulamaya çalışır.

İslâm dini, tarihi boyunca eğitim öğretime birinci dereceden önem veren bir din olagelmiştir. İslâm dininin ilme ve araştırmaya verdiği ehemmiyet âyet ve hadislerde açıkça ortaya konmuştur. Kur’an-ı Kerim’in muhtevasının büyük kısmı eğitimle ilgili amaçlarda yoğunlaşmıştır.

Tebliğimizde, eğitim öğretimin toplumumuzda değerini ve sebeplerini kısaca açıkladıktan sonra, toplumsal geçmişimiz olan Osmanlılardaki eğitime genel çerçevede bakacağız. Ardından, asıl konumuz Sıbyan Mektepleri’ni tanımaya çalışacağız. Bu mekteplerin amaç ve hedefleri yanısıra, fiziki yapılarına, eğitim uygulamalarına, kadro ve öğrencilerine göz atmaya çalışacağız. Ve tarihten günümüze eğitimin bu alanında ne gibi dersler almamız gerektiği konusunu gündeme getireceğiz.

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE

En genel tanımıyla eğitim, “ Önceden saptanmış amaçlara göre insan davranışlarında belli gelişmeler sağlamaya yarayan planlı etkiler dizisidir.” Bu bakımdan; bir milletin bireylerini geçmişteki köklerine ve geleceğin ümitlerine bağlayan, onları sağlıklı bir toplum yapısına çıkaran güç, o ulusun milli eğitimidir.

Eğitimin nesnel anlamda başlangıç sınırı olmamasına karşılık, belirli dönemlere ayrılması olagelmiştir. Biz konumuz itibarıyla okul öncesi eğitimi ve ilköğretimi temel alıyoruz. Bu açıdan kendi toplumumuz ve diğer etkilenilen yakın toplumlarda bu konunun gelişimine kısaca temas edeceğiz.

Küçük çocukların eğitilmesi düşüncesi M.Ö. 400 yıllara kadar uzanır.

Hazreti Peygamber(asv) döneminden Osmanlılara ulaşan süreçte ise, bütün devletler ve toplumlar için ilköğretimin var olduğu kuşkusuzdur. Teferruatını bilmesek de, ihmal edilmediğini ve önemle üzerine eğilindiğini biliyoruz. İlköğretimin kurumsallaşmasına yönelik ilk çabaların Hz. Ömer devrinde olduğu, bu çabaların diğer halifeler ve kurulan devletler devrinde de değişmediği ve geliştirilerek sürdürüldüğü bilinmektedir.

Bu tarihi süreçte, ilköğretim bizim toplumumuzda genel olarak camiler veya camilerin yanında yada müstakil olarak inşa edilen mekteplerde yapılmıştır. Pekçok ailenin ise evlerinde çocukların gerekli eğitimi alma konusunda gayret gösterdiklerini biliyoruz.

Osmanlı Devleti döneminde Sıbyan Mektepleri, okul öncesi eğitimin ilk kurumlarıdır.

1782-1852 yılları arasında yaşayan düşünür ve eğitimciler, çocuk eğitimi üzerinde önemle durmuş ve günümüze de ışık tutan görüşler ortaya koymuşlardır.

1816 yılında 3-6 yaş arasındaki çocuklar için ana okulları açılmıştır.

1915 yılında “Ana Mektepleri Nizamnamesi” yürürlüğe girmiş ve ülkemizde ana okulları açılmaya başlanmıştır.

Cumhuriyetin ilan edildiği tarihte 80 anaokulunda 5.580 çocuk ve 136 öğretmenin mevcut olduğu bilinmektedir.

3 Mart 1924 tarihinde TBMM tarafından Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmiştir. Böylece eğitimde yeni bir dönem başlamıştır.

OSMANLI’DA EĞİTİM

Osmanlılar döneminde orta, lise ve üniversite seviyesinde eğitim ve öğretim veren en önemli müesseseler medreselerdir. Memleketin ihtiyaç duyduğu devlet adamı, bilgin, hakim, asker, doktor... hepsi medreselerde yetişmiştir. Sıbyan Mektepleri gibi Medreseler de Anadolu köylerine kadar yaygınlaş-mıştır.

Medrese, Türk toplumuna İslamiyet ile birlikte girmiştir. Medrese tarzı eğitim kurumlarının çalışmala-rı daha önceki İslam devletlerine dayanırsa da sistemleştirilip yaygınlaştırılması Büyük Selçuklular döneminde ünlü vezir Nizamülmülk'ün öncülüğünde olmuştur. Eğitim ve öğretim konusunda çağına damgasını vuran Nizamiye Medreselerinin ilki 1065 yılında Bağdat'ta açılmıştı.

Anadolu'da medreselerin açılmasına 12. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Selçuklular devrinde baş-lanmıştır. Selçuklular Konya, Kayseri, Sivas, Ankara gibi merkezlerde çok sayıda medrese açmışlardır.

Eğitim işini ciddi tutan Osmanlılar da ilk yıllardan itibaren medrese açmaya başladılar. İlk Osmanlı medresesi, Orhan Bey tarafından 1332 yılında İznik'te kuruldu. Bundan sonra Bursa ve Edirne, Bolu ve benzeri merkezlerde yenileri açıldı.

Anadolu'yu yurt edinen Türkler, maddi kalkınma ve imar çalışmaları yanında eğitim ve öğretime de önem veriyorlardı. Bu amaçla, insanın eğitilmesi sürecine katılan kuruluşlar arasında mektepler de önemli bir yere sahipti.

Ülkenin gelişmiş şehir ve kasabalarından en ücra köylere kadar her yerde mekteplere rastlanır. Camilere yakın yerlerde açılan mektepler, bütün ülke çocuklarının yararlandığı eğitim yuvalarıdır. Özel bir binası olmayan yerlerde camiler bu görevi üstlenmiştir.

5-6 yaşlarına gelen kız ve erkek çocuklarının birlikte gittikleri mekteplerin gelişmiş bir eğitim prog-ramları yoktu. Hoca adı verilen öğretmenlerinin medrese mezunu olması gerekliydi. Ancak, bu özellikleri taşıyan birisinin bulunmadığı yerlerde camilerin imam veya müezzinleri mektep çocuklarının okutulması görevini de üstlenirlerdi. Kur'ân-ı Kerim, tecvit, ilmihâl, hesap gibi basit derslerin okutulduğu mekteple-rin programları ve dersleri hocalar tarafından tespit edilir ve öğretilirdi.

Mekteplerin masrafları, hocaların ücretleri; ya bu amaçla kurulmuş vakıflar tarafından ya da mahalle ve köy sakinleri tarafından karşılanırdı.

İlkokul yaşındaki çocukların devam ettiği bu kurumların yaygın adı Sıbyan Mektepleri idi. Her mahallede bulunduğu için Mahalle Mektepleri, köylerde bulunduğu için Köy Mektepleri, bazı yerlerde binalarının taştan yapılması sebebiyle Taş Mektepler diye de isimlendirilmişlerdir.

Hafta tatili cuma günü olan mekteplerin yaz tatili olmazdı. Öğrencinin kalabalık olduğu yerlerde ikili öğretim bile yapılırdı. Okuyanların başarı durumlarına göre değişiklik göstermekle birlikte genellikle dört yıl okunurdu. Buralarda gerekli ilk bilgileri alan öğrenciler ya hayata atılır ya da daha ileri bir eğitim görmek üzere Medreseye giderdi. Medreseler kız öğrenci kabul etmediği için, sıbyan mektebini bitiren kızlar, ailelerinin durumuna göre özel dersler alarak öğrenimini sürdürebilirdi.

Osmanlı klasik döneminin en yaygın eğitim kurumları sıbyan mektepleridir. Bu kurumlar, uygulana-cak program, okutulacak dersler, izlenecek yöntem ve teknikler üzerinde ciddî bir sistem geliştirilmeksizin Tanzimat dönemine kadar devam eder. Tanzimattan sonra mektepler üzerinde düzenleme yapılarak iptidâî adıyla yeni okullar açıldıysa da, eski mahalle ve köy mektepleri, eski sistem üzere varlıklarını Cumhuriyete kadar sürdürdüler.

Osmanlı Devleti’nde önemli değişimler 18. yüzyıldan itibaren kendini göstermeye başlar. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nin eğitim politikasını, 18. yüzyıldan önce ve sonra olmak üzere iki dönemde incelemek mümkündür. 18. yüzyıldan önce izlenen kısmı, "Geleneksel Osmanlı Eğitim Politikası", 18. yüzyıldan itibaren izlenen kısmı ise, "Batı Etkisinde Osmanlı Eğitim Politikası" olarak isimlendirebiliriz.

Eğitim alanında batının etkisi, 1839 Tanzimat Fermanı’ndan sonra kendini hissettirmeye başlar. Ancak, Osmanlı Devleti’nin batıya yönelik davranışlarındaki radikal değişiklikler, Osmanlı ordularının Avrupa karşısında uğradığı yenilgilerin etkisiyle 18. yüzyılın başlarında meydana gelmiştir.

Osmanlı Devleti’nin geleneksel eğitim politikasının şekillenmesinde rol oynayan en önemli faktörün, tarih içinde yaşadığı İslâm medeniyetidir. İslâm dininin bilime ve felsefeye olan tutumu, bazı ibadetlerin yerine getirilmesinde bilimsel bilgiye duyulan ihtiyaç, İslâm dinin öğretilmesi zorunluluğu, İslâm dininin ferd, toplum ve devlet hayatına yön ve biçim vermesi konuları, Osmanlı Devleti’nde eğitim politikasının şekillenmesinde etkili olmuştur.

Osmanlı Devleti’nde eğitimin temel amacı devletine bağlı, dindar insan yetiştirmektir. Osmanlıda halkın eğitimi, tam anlamıyla bir kamu hizmeti niteliğinde devlet görevi olmamıştır. Devlet sadece yöneticilerin, saray hizmetlilerinin ve muharip sınıfın eğitimini kendine görev olarak kabul etmiştir. Geniş halk kitlelerinin eğitimini, vakıf müesseseleri olan veya halk tarafından kurulan ve masrafları da halk tarafından karşılanan sıbyan mektepleri, medreseler, tekke ve zaviyeler üstlenmişlerdir. Ancak medreseler tamamen vakıfların eline bırakılmamış, kanunlarla bazı düzenlemeler yapılmıştır.

Bütün eğitim kurumlarında din eğitimine önem verilmiştir. Özellikle sıbyan mekteplerinde ve medreselerde okutulan derslerin çoğunluğunu dini bilgiler oluşturmuştur.

Vakıf okulları, müslümanlar ve gayri müslimler için ayrı ayrı kurulmuştur. Bir gayri müslimin çocuğu, sıbyan okulu ve medreselere giremediği gibi, bir müslüman çocuğu da azınlık okulları ve yabancı okullara giremezdi.

Sıbyan mekteplerine erkek çocuklarla birlikte kız çocuklar da devam etmiştir. Karma eğitimin olduğu sıbyan mekteplerinin yanında, kız ve erkekler için ayrı ayrı sıbyan mektepleri kurulmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’nun eğitim kurumlarına baktığımızda, yukarıda da belirttiğimiz gibi vakıf ve devlet okulu ayrımının karşımıza çıktığını görürüz. Vakıf okullarının en önemlisi medreseler, sıbyan mektepleridir.

Tanzimat döneminde İmparatorluğun içinde bulunduğu durumdan kurtulması için devlet adamlarınca alınan askeri tedbirler yanında eğitim alanında da yenilikler yapılmış ve batı tipi okullar açılmıştır. Bu okulların belirli bir sisteme bağlanması 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile gerçekleşmiştir. Bu Nizamnameye göre yeni kurulan devlet okulları üç kademe halinde belirlenmiştir:

1. İlköğretim Okulları: Sıbyan mektepleri, İptidai Mektep ve Rüşdiyeler

2. Ortaöğretim Okulları: İdadi ve Sultaniler

3. Yükseköğretim Okulları : Darülfünun ve çeşitli yüksek okullar

Osmanlı Devleti’nde, I. Abdülhamit, III. Selim, II. Mahmut dönemlerinde yenileşme çabaları sürdürül-müştür. Bu dönem eğitimininde karakteristik bir özellik olarak, geleneksel Osmanlı eğitim politikasıyla birlikte batı etkisinde bir eğitim politikasının izlendiğini görürüz.

Eğitimde yenileşmeye askeri okullar açılarak başlanmıştır. Bu okullarda yabancı öğretmenler de ders vermiş, ilk kez batı dilleri (Fransızca, İngilizce) eğitim programlarına girmiştir. Gerek ordunun, gerekse hükümet teşkilatlarının modernleştirilmesi amacıyla, sivil eğitimin de modernleştirilmesi yoluna gidilmiş. Bu amaçla, askeri yüksek meslek okullarına öğrenci hazırlamak, modernleşmekte olan devlet teşkilatında çalıştırılmak üzere memurlar yetiştirmek ve toplumun tarım, ticaret ve sanayi hayatını ilmi ve fenni esaslara göre yeniden canlandırmak için önce "rüştiye" denen sivil okullar, sonra bunlar da yeterli bulunmayarak, batı örneğinde idadi, sultani, darülmuallimin, darülfünun ve meslek okulları gibi orta ve yüksek dereceli eğitim kurumları açılmıştır.

İlköğretimin zorunluluğu ilk kez bu dönemde getirilmiştir. Batı ile ilişkiler artmış, II. Mahmut içte yeni okullar açmanın yanı sıra, yurtdışına da öğrenci gönderme yoluna başvurmuştur.

Batı tesirinde Osmanlı eğitim politikasının şekillenmesinde ihtiyaçların rolü olduğu gibi, Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra izlenmeye başlanılan "Osmanlıcılık Siyaseti"nin de vardır. Tanzimat ve Islahat Fermanları Osmanlı vatandaşı olan herkese dil, din, mezhep ve ırk ayrımı yapılmaksızın eşit muamele yapılması esaslarını getirdiğinden, gayri müslim vatandaşlar devlet memuriyetlerine, çocukları da devlet okullarına alınmaya başlanmıştır. Osmanlı Devlet adamları batı örneğinde kurulan bu okullarda gayri müslim çocuklarını, müslüman çocuklarla beraber yetiştirmişlerdir. Bununla birlikte azınlıklar, Osmanlı Devleti’ne eşit şartlar altında bağlı vatandaş olarak yaşamak değil, elde ettikleri imtiyazlar sayesinde bir an önce siyasi bağımsızlıklarına kavuşmayı arzulamışlardır. Bu nedenle, devlet okullarından çok azınlık okulları ve yabancı okullara rağbet ettiler.

Batı tesirinde Osmanlı eğitim politikasının şekillenmesinde etkili bir faktör de "kapitülasyonlar"dır. Kapitülasyonlar, yabancılara, Osmanlı ülkesinde gezmek, adalet, ticaret, din, eğitim ve kültür gibi konularda imtiyazlar tanıyordu. Bu imtiyazlardan yararlanan yabancılar, çok sayıda eğitim ve kültür kurumları açmışlardır.

18. yüzyıldan itibaren, Osmanlı devlet adamları, batı tesirinde Osmanlı eğitim politikasının amacının, hem dini hem dünyevi olması gerektiğini savunmaya başlamışlardır. Zaten batı tesirindeki eğitim politikasının amacı, sadece mevcut sosyo-politik yapının devamını sağlamak değil, bilakis değiştirmektir. Fakat, bir taraftan devlet ve toplum yapısının değiştirilmesini amaçlayan eğitim kurumları kurulurken, diğer taraftan da mevcut yapının devamını sağlayan medreseler ve sıbyan mektepleri muhafaza edilmiştir.

1838 yılında “Meclis-i Umurı Nafia” nın kurulması ve 1839’da Tanzimat Fermanının ilanı ile eğitim ve öğretim kurumlarının ıslahı hızlanmış. Bu kapsamda ilk olarak “Mekâtib-i Rüştiye Nezareti” isminde bir daire kurulmuş. Bu daire Adliye Mektepleri ile Sıbyan Mekteplerindeki kontrol ve yönetim görevini üstlenmiştir.

1845 yılında “Meclisi-i Maarif-i Muvakkat” (Geçici Maarif Meclisi) ve 1846’da (Meclis-i Maarif-i Umumiye” kuruldu. Bu meclis Sıbyan mekteplerini ıslah ederek yedi yaşını dolduran her çocuğun okula gitmesini zorunlu kıldı.

Tanzimat Dönemi'nde, askerî okullardan başka, Avrupa'dakilere benzer modern eğitim kurumları açılmış, medrese ve modern devlet okulları dışında, kendi dillerinde eğitim yapan azınlık ve yabancı okulları da kurulmuştur. Bunların doğal sonucu olarak da okullarda okutulan farklı dersler sebebiyle ayrı duygu ve düşünce, değişik kültür ve davranışa sahip insanlar yetişmiş, millî bir kültür oluşturulamamıştır.

İlköğretim düzeyinde önce sıbyan mektepleri ıslah edilmek istenmiş, bu mümkün olmayınca, Devlet "iptidai" adlı ilkokullar kurmaya ve modern ders araç ve gereçleriyle modern öğretim metodlarını bu okullarda uygulamaya başlamıştır. Şahıs ve derneklerin kurduğu bu tip iptidaileri de desteklemiştir. Batı tipi öğretmenler, devlet tarafından kurulan öğretmen okullarında yetiştirilmişti.

Osmanlı Devleti, eğitime her dönemde büyük önem vermiştir. Devletin zayıflama döneminde ortaya çıkan eğitim alanındaki yenileşme çabaları ise, Osmanlı eğitiminde büyük sıkıntılara neden olan ikiliği doğurmuştur. Bu sürecin yaklaşık bir asır sürdüğü de değerlendirilirse bir birinden tamamen farklı, dünya görüşleri, kültür anlayışları ayrı iki kuşağın oluşması Osmanlının en büyük yarası olmuştur.

Kurtuluş Savaşının ardından Osmanlı dönemine ait bütün eğitim kurumları kapatılmıştır. Kapatılan medreselerin sayısı 479’u, buralarda okuyan öğrencilerin sayısı ise 16.000’i bulmuştur.

Yeni kurulan ilk, orta ve liselerde ilk olarak din dersleri kaldırılmıştır.

Türk okulları gibi azınlık okulları da Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanıp, dini ve siyasal amaçlı eğitim yasaklanmıştır. Bu suretle gerçekleştirilen laik eğitim ve Tevhid-i Tedrisat kanunu ile sağlandığı iddia edilen eğitimde birliğin bugün hangi noktada olduğu hepimizin malumudur. Bu sonuçlara bizde tebliğimizin sonunda temas edeceğiz.

SIBYAN MEKTEPLERİ (2)

Asuman Bozdağ


“Sıbyân”, arapça bir kelime olan “sabi”nin çoğuludur. Küçük erkek çocuk anlamındadır. O halde “Sıbyan Mektebi”, küçük erkek çocuklar için açılmış okul demektir. Ancak, ismini erkek çocuktan almış olmasına rağmen, Sıbyan Mekteplerinde kız çocuklar da eşit haklarda okutulmuşlardır.

Osmanlı Devleti’nin eğitim öğretim sisteminin en önemli unsuru, medreseler ve bu kurumların bir önceki kademesini teşkil eden mekteplerdir. Bu dönemde eğitim sisteminin temeli olan ve ilköğretimi oluşturan Sıbyan ya da Mahalle Mektebi adıyla da anılan kurumlar, bizzat devlet tarafından yaptırılmayıp padişahlar, sadrazamlar, vezirler gibi devletin üst kademesinde yer alan kişiler ve ulemadan ve halk arasındaki maddî gücü iyi olan şahıslar tarafından yaptırılırdı. Genellikle okulu yaptıran şahıslar, bu kurumun ebediyyen faaliyet göstermesine yönelik olarak okulun her türlü ihtiyacını karşılayabilecek gelir kaynakları tahsis ederlerdi. Okul yaptırıldıktan sonra okulun bakım ve onarımı ile ilgili masraflar ile okulda çalışan görevlilerin maaşları, okuldaki öğrenciler dahil, yemek ve barınma masrafları gibi okulla ile ilgili bütün masraflar için yeterli gelir kaynakları vakfedilirdi. Böylece eğitim-öğretim için devlet hazinesinden para harcanmadan hizmetler sürdürülürdü.

Bir ilköğretim kurumu olan ve 5-6 yaşlarındaki kız ve erkek çocukların devam ettikleri sıbyan okulları, şehirlerde genellikle özel şahıslar tarafından veya vakıflara bağlı olarak kurulurken, köylerde ise halkın işbirliği ile kurulmuştur. Kız erkek ayrımı yapılmadan herkese eğitim imkanı sunmak sıbyan okullarının temel hedefi olmuştur. Yaş esasına dayalı sınıf sisteminin bulunmadığı sıbyan okullarında, farklı öğrenme seviyelerine ve yeteneklerine sahip öğrencilerin eğitiminde kullanılması gereken en uygun öğretim metodu, "ferdi öğretim metodu" olmuştur.

Genel değerlendirmesini yapmadan önce Sıbyan Mektepleri ile ilgili bazı rakamlar da verelim:

Osmanlı Devleti’nin ilk üçyüz yılı içinde eğitim kurumları bakımında en önemli merkezi Bursa’dır. 16. Asır sonu itibarıyla Bursa’da 50 medrese vardı. Aynı dönemde mektep sayısı da 150 civarındaydı.

1883 yılında Uşak'ta toplam 60 sıbyan ve iptidai mektebi bulunmaktaydı. Öğrenci sayısı ise 2.600’dü. 1906 yılında sıbyan ve iptidai mekteplerin sayısı 135'e, öğrenci mevcudu ise 6.850'ye yükselmişti.

Evliya Çelebi kendi dönemindeki İstanbul'da 1933 Sıbyan Mektebi, Bolu merkezde 70 kadar mektep bulunduğunu kaydetmektedir.

Afyonkarahisar'da 15. yüzyılda 3, 16. yüzyılda 2, 17. yüzyılda 9, 18. ve 19. yüzyıllarda 5'er, 20. yüzyıl başlarında 10 olmak üzere toplam 34 sıbyan mektebi açılmıştır. Merkez kazada, 1898 yılında 13 sıbyan mektebi bulunmaktaydı.

1872 yılında Adana vilayetinde, Adana Valiliği'ne bağlı, eğitim ve öğretim işlerinden sorumlu bir "Maarif Komisyonu" kurulmuştu. 1880 yılında Adana vilayet merkezinde "Birinci Numune Mektebi" ve "İkinci Numune Mektebi" adlarıyla ilkokul seviyesinde eğitim ve öğretim veren iki okul ve ortaokul seviyesinde dört yıllık eğitim ve öğretim veren bir "Rüşdiye Mektebi" vardı.

Yurdun pekçok yerinde olduğu gibi, İstanbul’da da bugün çoğu bakımsız halde kaderine terk edilen bu tarihi yapılar, son dönemlerde Büyükşehir Belediyesi'nin İstanbul'u tarihi dokusuna yeniden kavuşturacak "Tarihi Dokuyu İhya Projeleri" kapsamında restore edilmeye çalışılmaktadır. Bu meyanda çalışmaların sürdüğünü bildiğimiz sıbyan mektepleri şunlardır:

Şehzade Sıbyan Mektebi: Şehzade Camii Külliyesi içinde yer alan mektebin röleve restorasyon projesi hazırlanarak kurul onayı alındı ve onarımı tamamlandı.

Piyer Loti Sıbyan Mektebi: Eyüp'te bulunan Piyer Loti tesisleri ile birlikte restorasyonu tamamlandı.

Kasımpaşa Sıbyan Mektebi: Röleve çizimleri yapılan eserin restitüsyon ve restorasyon çalışmaları hazırlanıyor.

Kağıthane Sıbyan Mektebi: Sıbyan Mektebi restitüsyon ve restorasyonuyla birlikte Daye Hatun Camii çevresi de düzenlenecek. Proje çizimine başlandı.

İlk etapta tamamlanan ve çalışmaları devam eden bu mekteplerden başka Gedikpaşa'da Katip Sinan, Kadırga'da Üsküplü Yahya Paşa, Vefa'da Recai Mehmet efendi Sıbyan Mektepleri de yapılacak projeler arasında bulunuyor.

AMAÇ VE HEDEF

Saray Osmanlı Devletind her türlü askeri, idari ve hukuki fonksiyony bir araya toplayan bir odaktı. Geliştirilen eğitim sistemide bu merkeziyetçiliği tamamen aksettiriyordu. Saray, hükümet ve askerlik işlerinde çalıştırılacak her türlü memur sarayın içinde yetiştiriliyordu. Saray dışında eğitim organı olarak sadece Sıbyan Mekteplerini ve Medreseleri görüyoruz.

Sıbyan Mektepleri halk çocuklarının öğretimlerinin ilk basamağını teşkil ediyor. Medreseler de öğreti-min ikinci basamağını teşkil ederek, dini ve hukuki bilgiler veriyordu.

Saray içinde bulunan Şehzadegân Mektebi programı, aynen Sıbyan Mekteplerininki gibiydi.

Kaptan-ı Deryalık, Sadrazamlık, Kazaskerlik, Seraskerlik, Valilik, Elçilik gibi en önemli mevkilerin sahipleri; mimar, hattat, nakkaş gibi san’atkârlar, şairler, âlimler çoğunlukla saraydan yetişiyorlardı. Bu durum elbette ki Sıbyan Mektepleri ders programını son derece kısıtlıyordu. Sıbyan Mekteplerini öğrenciyi herhangi bir mesleğe yöneltme imkanı olmayınca program kendiliğinden sadeleşiyordu.

Devlet kurumlarındaki çeşitli işlerde çalışacak kimseler sarayda yetiştiğine ve halk çocukları da babalarının mesleğinden başka bir yol seçemediklerine, bunu da küçük yaştan itibaren çıraklık ederek öğrendiklerine göre Sıbyan Mekteplerinde, öğrencileri herhangi bir formasyona yöneltecek bilgilerin verilmesine de lüzum yoktu. Sıbyan Mekteplerini bitiren öğrenciler için tek açık kapı Medreselerdi ki; Sıbyan Mektebinde öğrenilen şeyler zaten medrese eğitiminin bir başlangıcıydı.

Osmanlılar, vakıf sistemi yoluyla elde ettikleri ve devlete hiçbir külfet yüklemiyen bu eğitim kurumlarını kullanmanın en iyi yolunun, tabiyetlerindeki çeşitli topluluklara İslâmiyeti yaymak olduğunu düşünmüşlerdi. Bu temel eğitim yardımı ve yatırımı ile devlete bir birlik kazandırmak mümkün olmuştu.

Sıbyan Mektepleri zamanın gelişmelerine göre düzenlenmiştir. Bu eğitim kurumları günümüz eğitim kurumlarının da temelini oluşturmaktadır.

İNŞA VE UYGULAMA

Sıbyan Mekteplerinin yapılışı ve eğitim programlarını uygulanışı ile ilgili bilgileri elde edebildiğimiz kadarıyla aktarmaya çalışalım. Bu bilgilere ulaşmada önemli kaynaklar, vakfiyeler, mahkeme sicilleri, kütükler ve diğer belgelerdir.

Mektep yapma niyetinde olan kişi yada kişiler, bu okula ihtiyaç duyulan mahalle, kendi ekonomik güçlerine göre ve ihtiyacı karşılayacak büyüklükte bir bina inşa eder ve vakfederdi. Ardından, bu kurumun ayakta kalmasını ve faaliyetlerini sürdürmesini sağlayacak, bakım ve onarımında kullanılacak, mütevelli, muallim ve halife gibiidari ve öğretim personelinin ücretlerini karşılayacak, gelir getiren gayrimenkul ya da nakit parayı vakfederek, bunların nasıl idare edileceği vesair konularda ayrıntılı bilgiler ihtiva eden taahhütlerde bulunup vakıf işlemini tamamlardı.

Kurucunun belirlediği bütün bu detayların vakıf hükmüne girebilmesi için mahkemece tescil edilmesi gerekliydi. Düzenlenen ve tasdik edilen vakfiyenin bir sureti vakfa verilmekte, bir sureti mahkeme tutanaklarına geçirilmekte, bir sureti de evkaf defterine kaydedilmektedir.

Tescili ve bürokratik safahatı tamamlanan mektep, vakıf hükmüne girdikten sonra, vakfiye şartlarına göre görev yapacak muallime,” berât-ı şerîf” verilerek, eğitim-öğretime fiilen geçilmekte ve vakfiyede öngörülen diğer personelin de atamaları gerçekleştirilerek mektepteki tedrisatın aksamadan yürütülmesi sağlanmış olmaktaydı.

Vakıflar tarafından yaptırılan mektepler, belli bir süre sonra, değişik sebeblerle küçük veya büyük ölçüde onarıma ihtiyaç duyuyorlardı. Bu masrafın karşılanabilmesi için vakfiyelerde genellikle bir tahsisatın ayrılmaktaydı. Bu tamiratlarda yine mahkemenin izni ile olmaktaydı. Şayet vakfiyenin gelirlerinde tamir için gerekn bedel ayrılamayacak olursa o zaman “Rakabe “ uygulamasına gidiliyordu. Rakabe, vakıflarda bakım ve onarım için yeterli kaynağın olmaması sebebiyle, vakıf mütevellisinin tamir için izin alması durumunda, vakıf çalışanlarının ücretlerini belli bir süre ödemeyerek, biriken parayı tamir için harcaması demektir.

Vakıftan maaş almakta olan çalışanların ücretlerinin belli bir süre ücretlerinin tamamının bloke edilmesi, statü olarak onlardan biraz daha farklı olan bir kısım çalışanın ücretlerinin de yarısının kesilerek rakabe fonuna aktarılması ve bunlarla tamir ve bakım işlerinin görülmesi enterasandır. Şöyle ki, Vakıf çalışanları ücretlerini almakta oldukları vakıf ve akarlarının sağlam ve sürekli kalmaları için fedakarlığa rıza gösterdikleri anlamına gelmektedir. Bu da bu kurumların çok uzun zamanlar hizmet etmelerinin bilinen sebeblerinden biri olsa gerektir.

Mektepler genellikle kurucuları tarafından bizzat yaptırılırlardı. Bir mektebin inşası için 10 bin akçe ile 50 bin akçe arasında değişen rakamlar harcanmaktaydı. Bu harcamanın yapıldığı mekteplerin fonksiyonel olabilmeleri, hizmetlerinin aksamaması ve vakıf çalışanlarına gerekli ödemelerin yapılabilmesi için vakfa tahsis edilen gayrimenkul emlakinin veya nakit tutarının genellikle 100 bin akçenin altında olmadığı tespit edilmiştir.

Mektepler medreselerden farklı bir yapıya sahipti. Bir yada iki katlı, kubbeli veya tonozlu, ahşap yada kâgir olarak inşa edilmişlerdir. Anadolunun her yöresinde birbirinden çok az farklarla aynı yapılmışlardır. Umumiyetle büyük bir dershane halinde, üstü kubbe ile örtülü ve bir dehlizi ile bir abdeshanesi bulunur-du. Kubbeleri daha çok kurşunla, bazen de kiremitle örtülmekteydi.

Mekteplerin mahalle içindeki konumları dikkatle incelendiğinde, genellikle sokakların kesiştiği köşe başlarında ve merkezi noktalarda olduğu görülür.

Bir külliye içerisinde yer alan mekteplerin dışında, mahalle içinde bulunan mekteplerin, yine de mescit ve cami civarında inşa edilmelerine özen gösterilirdi.

Birçok yönüyle bu binaların, kubbeli bölüm hariç, evlere benzedikleri sonucu çıkmaktadır.Mekteplerin fiziksel yapılarının genel ev mimarisine benzemesi, önemli bir husustur. Çünkü, 5-6 yaşlarındaki çocukların mekteplere vardıklarında, psikolojik birtakım öğelerin ağırlıklı olarak kendisini hissettireceği muhakkaktır. Çocukluğunun bu ilk devresinde ev hayatını maddi ve manevi yönüyle yakından teneffüs etmiş yavruların, eğitim- öğretim sebebiyle, yaşadıkları evin dışında bir başka mekana devam etmeleri zarureti, bu ikinci mekanın geleneksel ev mimarisinde yaptırılmasını zorunlu kılmış olmalıdır. Osmanlı sivil mimarisinde evler genellikle iki kattan oluşmakta ve hemen her evin ikinci katı aile halkının yaşayışına uygun hale getirilmekteydi. Mekteplerinde bir çoğu iki katlı yapılmakta ve ikinci katta bulunan kubbeli mekanda öğrencilere ders verilmekteydi. Bütün bunlar, mektep çocuklarının, kendi evlerinden farklı bir ortama geçtikleri bu hassas psikolojik devrede, en azından, fiziksel mekan olarak kendilerini rahat hissetmelerine zemin hazırlamaktaydı.

Mutlaka dikkatinizi çekmiştir; cami, medrese ve imaretler daima zemin katta inşa edilmişlerdir. Buna karşılık mektepler genellikle iki katlı yapılmışlardır. Zemin katlarda bazen dükkanlar yer alıyor, bazen de kapalı oyun yerleri, tuvaletler, çeşmeler, sebiller bulunuyordu. Mekteplerde dersler üst katta yapılırdı.

Bunun böyle olması şu nedenlerle olabilir:” Çocukların rutubetten korunması. Ders sırasında sokağın günlük gürültülerinden kaçma. Daha uygun bir ışıklandırma arzusu.

Öyle anlaşılıyorki, mekteplerin tesisinde çocuk psikolojisi ve pedagojik endişeler önemli yer tutuyor-du. Birçok mektepte dersler kış mevsiminde binanın daha iyi korunan ve ısınan kubbeli bölümünde görülürken; yaz mevsiminde iyi hava alabilen sofalarda eğtim sürdürülmekteydi.

Mekteplerin dahili unsurlarından biri de kütüphane olarak kullanılan “dolaplar”dı. Mektep öğrencilerinin okudukları elifbâ cüzleri ile Kur’an-ı Kerim’lerin konduğu bu dolaplarda ayrıca derslerle ilgili diğer araç ve gereçlerde bulunuyordu.

Muallim, halife ve öğrencilerin günün büyük bir bölümünü ders yaparak geçirdikleri dershaneler de oldukça büyüktü. Değişen rakamlar olmakla beraber bir dershanede 50-60 öğrenci bir arada ders görebilmekteydi. Dershanelerin zemininin döşeme ile kaplı olduğunu, kubbelerde tepe camları bulundu-ğunu, namaz kılınacak mekanların mermerle döşeli olduğunu, mektep ve bahçesini çevreleyen duvar olduğunu, bahçe olmayan ve yola bakan cephe pencerelerinde parmaklıklar bulunduğunu da biliyoruz.

Bu mektepler yapı ve konumları itibariyle günün sosyal şartları içerisinde en doğru yerde durmaktaydı. Bu konunun çok daha detaylı incelenmesi gerekmektedir. Bu ise başlıbaşına bir tebliğ konusudur.

ÖĞRETİM VE GÖREVLİ KADROSU

Örgün eğitim kurumlarından sıbyan mekteplerinde öğretmenlik "muallimlik" olarak adlandırıldı.

Sıbyan okullarında öğretmenlik mesleğine ilişkin görevlerin temeli ve ağırlık merkezi dini öğretmekti. Bu dönemde öğretmenlik mesleğini edinim genel eğitimden ve din adamlığından ayrı bir uzmanlık alanı olarak düşünülmezdi. Bu nedenle öğretmenlik için ayrı bir program veya ayrı bir meslek ve ihtisas medre-sesi yoktu. Ancak, 1862-1867 senelerinde “Dar-ül Mu’allimin-i Sıbyan” denilen öğretmen okulları açıl-mıştı.

Mektep denilen ilköğretim kurumlarının öğreticileri arasında ilk sırayı “muallim” almaktadır. Muallim, çocuklara Kur’ân-ı Kerim okumayı, dini bilgileri ve yazmayı öğreten, bu eğitim-öğretimi belli bir müfre-dat dahilinde yapan ve bunun karşılığında ücretini mektebin bağlı olduğu vakıftan alan kişidir.

Mektepler, ilmiye teşkilatı içinde bir düzenlemeye tabi değillerdi. Dolayısıyla muallimlerin bu göreve getirilmelerinde, İlmiye Teşkilatı’nın başında bulunan Şeyhülislâm’ın bir müdahalesi olmuyordu. Ancak, mektep muallimleri için “berât-ı şerif” istenmekteydi. Ancak, bu muallimlerin hangi düzeyde eğitim almış olmaları gerektiği konusunda yeterli bilgiye sahip değiliz.

Muallimlerin yetişmesini öngören bir program, Fatih devrinde yürürlüğe girmiştir. Eyüp ve Ayasofya Medreselerinin, genel medrese programlarından farklı bir muhteva takip ederek sıbyan mektebi muallimi yetiştirdiklerini biliyoruz.

Fatih’in, ilköğretime muallim yetiştirmede öngördüğü ders programında iki önemli özellik öne çık-maktadır.

“Programda ‘Âdâb-ı Mubâhase ve Usûl-i Tedrîs’ adında bir derse yer verilmişti. Bu ‘Tartışma Kuralla-rı ve Öğretim Yöntemi’ anlamına gelmektedir. Böyle bir dersin, ilkokul öğretmeni adayları için programda özel olarak öngörülmesi, o çağda ve daha yüzyıllarca sonraları için çok önemli bir yeniliktir. Bu türk eğitim tarihinde olduğu kadar dünya eğitim tarihinde de önemli bir buluştur. Programda fıkıh dersinin bulunmayışı da ayrıca ilginçtir. Fatih, böyle bir dersi genel medrese öğrencilerine uygun gördüğü halde, ilkokul öğretmeni olacaklar için yararlı bulmamış ve öğretmen adaylarının programına almamıştı.”

Ancak, Fatih’ten sonra bu tertip kalkmış. Medrese mezunlarına muallimlik yapabilme imkanı getiril-miştir. Bu sayede de memleketteki muallim sayısı kısa zamanda artmıştır.

Muallimlerde bu işi yapabilmeleri için bir takım özellikler aranmıştır. Bunlar; sâlih, ilim sahibi, müttaki, yumuşak huylu, terbiye edici. Ayrıca, dinin yüce değerleriyle ahlâklanmış, yaptığı işte Allah rızasını gözeten, içten davranan, insanlara nasihatten geri kalmayan, halkın elinde olana tamah etmeyen, derslerine devam etmeyi esas alan bir kişiliğe sahip olması da istenmiştir.

“Sıbyan Mektebinde öğretmenlik yapacak olanlar bir mahallenin şeref ve haysiyet sahibi simaları arasından seçilirdi. Bir öğretmenin, şeref ve haysiyetine uymayan yerlere gitmesi şöyle dursun, avam arasına girip oturması ve mahalle dedikodularına karışması dahi hoş karşılanmazdı.”

Okuldaki bütün eğitim-öğretimin birinci derecede sorumlusu muallim olmaktaydı. Ancak muallime görevlerinde yardımcı olan Halife vardı.

Halife, mektepte ders yapıldığı esnada, muallim tarafından verilen bazı görevleri yerine getirir. Muallimin derse gelemediği olağanüstü durumlarda dersleri devam ettirir. Öğrenciler arasında daha zayıf olanlar ile ilk kez mektebe başlayanların derslerini çalıştırır ve muallimin önüne gittikleri zaman derse hazır olmalarını sağlar.

Halifelerin mektepte görev alabilmeleri için mualliminki gibi bir prosedüre tabi olması gerekliydi.

Bunların yanısıra idari kadroda da bir takım görevliler çalışırdı. Bunların en başında Mütevelli gelirdi.

Mütevelli, kurulduğu amaçlar doğrultusunda vakfın işlerini idare etmek üzere tayin olunurdu. Vakfiye şartları ve dinin hükümleri çerçevesinde hareket ederdi. Genel anlamda vakfın yönetiminden birinci derecede sorumluydu. Mütevelliler, vakfın öngördüğü şartlara uygun bir şekilde kadı’nın tasdiki ile tayin olunurdu.

Mektebin bağlı bulunduğu vakıfta yaşanabilecek her türlü idari problem mütevelliye götürülmekteydi. Muhasebe kayıtlarının kontrolünden, vakıf çalışanlarının sıkıntılarının halline kadar birçok konuda mütevellilerin sorumlulukları bulunmaktaydı. Görevinde ihmal ve kusuru olan mütevelli bu görevinden uzaklaştırılmaktaydı.

Nâzır, mütevellilerin vakıf şartlarına göre hareket edip etmediklerini veya vakfa zarar verecek davranışlar içine girip girmediklerini kontrolle görevli bir kişiydi. Nâzır’ın vakfa ait herhangi bir tasarruf yetkisi yoktu.

Kâtip, vakıf ve mektebi ilgilendiren bütün yazışmaları yapar. Vakfa giren ve çıkan erzak ya da eşyayı özel defterlere kaydeder.

Bevvâb, bazı mekteplerin kapısında giriş çıkışı kontrol eden, mektebe girişte ilk müracaat edilen görevli.

Ferrâş, Mektebin iç ve dış temizlik işlerinden sorumlu görevli.

Câbî, Vakıf gelirlerinin tahsili ve kontrolü için, her şehir veya köyde görevlendirilen kişiler.

Vekilharç, vakfa alınacak hububat, eşya ve malzemeden sorumlu kişi.

Şeyh, vakıflarda misafirleri ağırlayan, fakir ve muhtaçları kabul edip, onlara ikramda bulunan kişi.

Bunların yanısıra sürekli mektep veya vakıfta bulunmayan, fakat bazı göravleri üstlenen kişiler de vardı.

Cüz-hân, Kur’an-ı Kerim’den belirli cüzleri veya belli başlı sureleri okuyan kişilerdir. Berat almadan görev yapamazlardı. Berat almak için bir imtihandan geçiriliyorlardı.

Müsebbih, vâkıfın ruhuna hediye edilmek üzere meşhur olan bazı tesbihatları yapan kişilerdi.

Vâiz, bazı mekteplerde, dini konularda nasihatta bulunmak için görevlendirilen kişilerdir.

ÖĞRENCİLER

Peygamberimiz (asv) çocukların eğitimi hakkında şöyle buyurmuşlardır:” Çocuğun aklı başına gelince farzları, vâcipleri, sünnetleri ve âdabı öğretin. Kız çocuğu ise, bunlarla beraber kadınlığa mütealik ev işlerini öğretin. Yedi yaşına vardıklarında namazı öğrenip, 10 yaşında namazını kılmazsa tedip edin.” Bu da göstermektedir ki, kız çocuklarının erkek çocuklarıyla aynı eğitimi görmeleri tenbihi İslâmiyetin başlangıcındanberi vardır.

Osmanlı eğitim sisteminde, ilköğretimi alacak çocukların hangi yaşlarda olması gerektiği konusunda net bilgilerimiz yoktur. Ancak, genelleme yapacak olursak bu ilköğretim okullarına başlama yaşının 5-6 olduğunu söyleyebiliriz.

Çocukları okula göndermenin ilk dönemlerde zorunlu olmadığını biliyoruz. Ancak, 5-6 yaşlarında bu okullara giden kız ve erkek öğrencilerin 3-4 yıl süren bir eğitim öğretim sürecinden geçtiklerini söyleye-biliriz.

Mekteplerin yapılış amaçlarının çoğunlukla yetimler ve fakirler için olduğunu göz önünde bulundurursak, toplumun alt kesiminin eğitim alması için gösterilen çabanın isabeti ortaya çıkar. Zira, daha evvel de işaret ettiğimiz gibi, hali vakti yerinde olanlar zaten bir nevi özel eğitimi çocuklarına sağlamaktaydılar.

Mektebe kaydolup başlamak, küçük yaştaki çocukların hayatlarında başlı başına bir olaydı. Meşhur adıyla “âmin alayı”, mekteplerin açıldığı ilk gün muallim ve mektep talebeleri ile mahalle çocuklarının katıldığı bir törendi. Bu tören yürüyüşlü gerçekleştirilmekte ve bu yürüyüş esnasında ilâhiler ve benzeri şiirler okunmaktaydı. Özellikle yaşı küçük çocukların mektebe başlama sevinçlerini kamçılayan bu merasimin, ayrıca ana babaları da, çocuklarının eğitim-öğretimi konusunda motive edici bir unsur taşıdığı muhakkaktır. Çocukları mektebe göndermenin zorunluluk kapsamında olmadığı bir ortamda, bu tür cemiyet ve törenlerin son derece cazibeli olacağı açıktır.

Mekteplerdeki öğrenci sayıları, binanın fiziksel yapısına göre değişiklikler gösteriyordu. Mektep binalarının mahallenin büyüklüğüne ve nüfusuna paralel imşa edilerek ihtiyaca cevap vermesi amaçlanıyordu. İhtiyacı karşılamayan durumlarda, bir mektebin yakınına bir başka vakıf tarafından diğer bir bina yaptırılıyordu.

Vakfiyelerde genellikle mektepte okutulacak öğrenci sayısı verilmekteydi. Ancak, bir genelleme ile “yetim” ve “fakir” için tesis edildiği konusu öne çıkınca mevcut değişken hale gelmekteydi. Bu kategoriye giren öğrenciler vakıfça birtakım tahsisatlar ayrıldığından sayıları sıkça zikredilmektedir. Ancak vakfiyede yer alan rakamın sadece fakir ve yetimleri kapsamadığı, diğer talebelerle birlikte sayının artacağı şüphesizdir.

Mekteplerdeki öğrenci sayılarını netleştirmenin zorluğu ile beraber, o mahallin yetimi, fakiri ve tüm diğer çocuklarını kucaklayacak mahiyette inşa edildiklerini rahatlıkla ifade edebiliriz.

Mektep öğrencilerinin tamamını kapsamasa da, yetim ve fakirler için vakıfların belli fonlar tahsis ettikleri, belli miktarda nakdi ödemelerde bulundukları görülmektedir. Çocuklara yapılan bu tür yardımlarda ilk sırayı giyim eşyaları almaktadır.

Her mektepte olmasa da bazılarında, çalışanlara ve öğrencilere vakıf ücretsiz yemek vermektedir. Bazı mekteplerde ise talebelere hergün için birer akçe verildiği ve karşılığında birer cüz okunmasının istendiğini de biliyoruz.

Yapılan bütün bu yardımların ve sağlanan imkanların çocukları mektebe motive edici özellikler taşıdı-ğını söyleyebiliriz. 5-10 yaşlarındaki çocuklara, elbise alınması, harçlık verilmesi ve benzeri uygulamalar, çocuklara mektebe gitme alışkanlığı kazandırması açısından kazanım demektir.

OSMANLI SIBYAN MEKTEPLERİNDE OKUTULAN DERSLER ÖĞRETİM PROGRAMI (3)

Asuman Bozdağ


Sıbyan Mekteplerinin Osmanlı devrine ait ilk yazılı ders programını Fatih Sultan Mehmet”in oglu 2 Beyazıt ın vakfiyesinde buluyoruz. Sıbyan Mektepleri programında. Başlangıçta sadece Ku ran okutmak ve namazla ilgili gerekli bilgiler öğretmek bulunuyordu. Daha sonraları yazı dersi de programa alınmıştır. Bu ders için ayrı bir öğretmen görevlendirilmiştir.

1781 yılında 1. Abdülhamid in yaptırdığı mektebin programına Arapça ve Farsça konmuş olması genel görüşe göre devrim sayılmıştır.

1846 yılında basılan bir talimatnameden de şunları öğreniyoruz. “Sıbyan Mekteplerinin tahsil süresi dört senedir ve okutulan derslerle kitaplar şunlardır; Elifba, Kur an, İlmihal, Tecvit, Harekeli Türkçe, Muhtasar ahlakı memduha risaleleri, Türkçe dilinden Sülasi, Rübai, Hümasi ve Südasi isimler ve kelimelerle tertip edilmiş lügat, sülüs ve nesih yazıları.”

Bu bilgiler dışında eldeki bilgilerden şu değerlendirmeleri yapabiliriz;

Mekteplerdeki öğretimin temelinde Kur an ın belletilmesi ve olabildiğince tecvide uygun tarzda verilmesi vardı. Bu konu, mükellefiyet çağında devreye girecek ibadetlerde okunması gereken ayet, sure ve duaların hatasız bir şekilde öğretilmesini amaçladığı için pratik bir değere sahiptir.

Mekteplerde olmaması düşünülemeyecek diğer bir derste yazının öğretimidir. Sadece yazı öğretilmekle kalınmamakta, güzel yazı – hüsn-i hat – yazılmasına itina gösterilmektedir. Yazıya ilaveten, basit aritmetik kuralların ve özellikle dört işlem de öğretilmekteydi.

Ders programları arasında önemli bir yeri de fıkıh dersi tutmaktadır. Kişinin sadece ibadetlerini değil, hayatının her anını kapsayan ve “muamelat” denilen uygulamaların ilköğretim düzeyindeki çocuklara öğretilmesi de son derece faydalıdır. “helal” ve “haram” anlayışının en iyi biçimde öğretilebilecek, en net bir şekilde zihinlere nakşedilebilecek çağın ilköğretim devresi olduğu, bugün eğitim ve pedagoji uzmanları tarafından ifade edilmektedir.

Okullarda verilen diğer dersler içinde, İslam dışındaki dinlerle ilgili bilgilere yer verilmesi de çok anlamlıdır.

İlköğretimde ihmal edilmediği anlaşılan bir diğer ders de, “edep” veya “ahlak” adı verilen dersti.

1909 tarihli Malatya / Arapgir Rüştiye Mektebinin diploma defterinden Arapgir'de bir rüştiye (ortaokul) olduğunu anlıyoruz. Bu okulun diploma defteri incelendiğinde şu derslerin okutulduğa görülür;

l- Kuran-ı Kerim

2- Ulum-ı Diniye - Ahlak

4- Sarf-ı Osmani (Osmanlıca çeviri)

5-İmla

6- Arabi (Arapça)

7- Hesap

8- Sarf-u Nahiv (Dilbilgisi)

9- Hüsn-i Hat (Güzel yazı)

Cumhuriyet'ten önce Arapgir ilkokullarında 3. sınıfta Fransızca, Arapça ve Farsça olmak üzere üç yabancı dil verildiği göz önüne alınırsa eğitimin kalitesi ortaya çıkacaktır.

Osmanlı Devleti'nin hemen her şehrinde, hatta -birçok yerleşim biriminde, çevreyi kültürel yönden zenginleştiren, medreselerin bir alt basamağını oluşturan mekteplerde de belli bir disiplin içinde tedrisat gerçekleştiriliyordu. Belki de medreselerde elde edilen başarıların arka planında, mekteplerde kazanılan temel bilgi, görgü ve tecrübe bulunuyordu. Alelade bilgilerin verilmediği anlaşılan mekteplerde -bazı dayanaksız iddialarda yer aldığı gibi­ sadece Müslümanlar'ın kutsal kitabı Kur'an-ı Kerim'in öğretilmesi gerçekleştirilmiyordu. Belli bir müfredat ve ders programının takip edildiği, bazı mekteplerde küçük birtakım değişiklikler olsa dahi, genel anlamda ders muhtevalarının büyük benzerlikler taşıdığı görülmektedir.

Değerlendirmeye esas aldığımız Bursa mekteplerinde görülmekte olan derslerle ilgili uygulamanın, aynı zamanda Osmanlı coğrafyasının hemen tamamı için bir izdüşüm oluşturduğunu zannediyoruz. Bu çalışmada, Osmanlı sıbyan mekteplerinde okutulan dersler, klasik dönem baz alınarak irdelenmeye çalışılacaktır. Bu konunun sağlıklı bir şekilde araştırılabilmesi için söz konusu dönemde eğitim-öğretim veren mekteplerin vakfiyelerinin tespit edilmesi öncelikli bir gereksinimdir. Bursa'da ilgili dönemde kurulduğu kesinlik kazanan 134 adet sıbyan mektebinden günümüze sadece ikisinin gelebilmiş olması dikkate alındığında, vakfiyelerinin tesbitindeki zorluk bir kez daha kendini göstermektedir. Bu durumda, sözkonusu vakfiyelerin tescil edilmiş birer suretlerinin bulunabileceği mahkeme sicillerinin taranması kaçınılmaz olmaktadır.

ÖĞRETİM TEKNİĞİ

Öğrencilerin mektepte nasıl ders gördüklerine dair bilgileri görsel bir malzeme olarak resimli ilk Türkçe alfabe ve okuma kitabı ile ilgili bir değerlendirmenin bazı kısımlarını buraya almak konu hakkında gerekli bilgileri almamızı sağlar düşüncesindeyim.

“Hafız Refi’nin 1874 tarihli kitabından önce Türk eğitim tarihinde bir takım alfabe ve okuma kitapları yayınlanmıştır. Ancak bunlar resimli değildir. Öyle de olsa, bunların bazıları üzerinde kısaca durmak yararlı olur:

Elifba Cüzü; 4-5 yaşlarındaki çocukların gitmeye başladıkları ve 10-11 yaşlarına kadar devam ettikleri sıbyan mekteplerinde alfabe ve okuma öğretimi ile ilgili en eski ve yaygın kitap Elifba Cüzü’dür. Yazarı ve ilk yazıldığı tarih bilinmemektedir. Bir çok kez basılmış, geleneksel okuma öğretme yöntemi bu kitapla sürüp gitmiştir. Amacı, aslında Kur’an’ın okunuşunu öğretmektir; bu nedenle Türkçedeki P, Ç, J harflerine yer vermemiştir. Harfler, üstün, esre, ötre, iki ötre... denen işaretlere göre hecelenmektedir: Elif üstün e, elf esre i, elif ötre ü vs. gibi. Bu uzun hecelemelerden sonra harflerin sesleri birbirine katılarak Arapça kelime ya da kelime parçaları okunur. Usûl-i tehecci, yani heceleme yöntemi denen bu yöntemle okuma öğrenmek çok zaman almakla beraber, bu yöntem, çocukların anlamlarını bilmedikleri Arapça kelimeleri okuyabilmelerinde oldukça geçerlidir.

Bazı sıbyan mektebi öğretmenleri, harfleri kolayca ve ilginç hâle getirerek öğretmeye çalışmışlar, bu amaçla harfleri eşya ve hayvanlara benzetmişlerdir!.. Örnekler: Elif mertek gibi, Be tekne gibi, Te ona benzer, Cim karnı yarık, Ha ona benzer, ona benzer, tavşan kulaklı, ona benzer, Fe kuzu başlı, Kaf koyun başlı... gibi. Kuşkusuz bu yakıştırmalar çocukların ilgisini çekmiş olmalıdır. Ancak, harfleri tanımlamakta çok belirsiz olan bu yakıştırmaların alfabe öğreniminde bir yararı olduğu şüphelidir.

İşte, Türk eğitim tarihinde ilk alfabe ve okuma öğretimi kitapları, Tanzimat döneminde Elifba Cüzü’nden farklı öğretim yöntemlerini getirme amacı ve arayışı içinde hazırlanmışlardır. Fakat, geleneksel Elifba Cüzü hiçbir zaman ortadan kalkmamış, günümüze kadar sürekli basılmıştır.

Nuhbe-t’ül Etfâl; Geleneksel okuma yöntemini değiştirmeyi amaçlayan, bilinen en eski kitap Mekteb-i Tıbbıye Doktorlarından Kaymakam, Kayserili Rüşdü Beyin Nuhbe-t’ül Etfâl başlığını taşıyan kitabıdır (Mayıs 1858, 63 s.). Bu kitap da kısmen Elifba Cüzü’nün etkisinden kurtulamamış ve heceleme yöntemine de yer vermiştir. Fakat, Türkçede kullanılan harfleri de almış ve Türkçe kelimelerin okunuşuna da önem vermiştir. Yazı çeşitleri ve örneklerinin de çok geniş ele alınıp öğretilmeye çalışıldığı görülmektedir. Ayrıca, çocukların görgü kurallarını öğrenmeleri, genel kültürlerini artırmaları için cümleler, hikâyeler, şiirler de çokça yer alır. Bu şiirlerin hemen hepsi ilkokul öğrencilerinin düzeyinin çok üstünde, hatta tasavvufî niteliktedir. Yazarın bunlara yer vermesi, kitabını aynı zamanda çocukların ileride de okumaları için bir antoloji olarak düşündüğünü gösteriyor.

Resimli İlk Türkçe Alfabe ve Okuma Kitabı; Bu kitapta alfabenin tanıtılmasından ve bir çok kelime ile cümlenin öğretilmesinden sonra, hemen hepsi hayvanlarla ilgili okuma parçalarına geçmektedir. Bu okuma parçaları öğrencilerin ilgisini çekecek ve onu sürükleyecek biçimde yazılmıştır. Bu parçaların sonunda da genellikle "hülasa-i kelâm" (sözün özü) başlığı altında ahlâkî dersler, ilkeler ve öğütler yer almıştır.

Kitapta 31 adet, gravür biçiminde yapılmış hayvan resmi vardır. Son derece güzel çizilmiş ve basılmış olan bu resimlerin Batı dillerinde yazılmış kitaplardan alınmış olması muhtemeldir. Nitekim bazılarının altında latin harfleriyle imzalar görülmektedir.

Kitapta, aşağıdaki hayvanların resimleri vardır: Aslan, Tilki, Koyun, Bülbül, Zürafa, Fare, Papağan, Serçe, Gergedan, Timsah, Şahin, Kartal (karakuş), Öküz, Yılan (bir kuşu yakalamış hâlde), Köpek, Çekirge, Kurbağa, Kedi, Güvercin, Tavus, Horoz, Geyik, Leylek, Tavuk, Örümcek, Maymun, Yılanbalığı, Civciv, Karga, Vaşak, Arı, Deve, Kurt.

Kitapta hiçbir insan resmi yer almamaktadır. Bu ilginç durum, döneminin resme ilişkin tutumundan kaynaklanmış olsa gerektir.

Resimli İlk Türkçe Alfabe ve Okuma Kitabının öğretim yöntemini iki açıdan değerlendirmek uygun olur:

a) Alfabe ve okumayı öğretme yöntemi

Kitapta Osmanlıca alfabe tam olarak, yani Arapça ve Kur’an alfabesinde bulunmayan P, Ç, J harfleri de gösterilerek verilmiştir. Bundan, bu kitabın Kur’an okumayı öğretmek için yazılmadığı ta başından anlaşılmaktadır. Bu özellik, Tanzimat döneminde o yıllarda başka alfabe kitaplarında da görülmekte ve Tanzimat eğitiminin yönünü de bize göstermektedir. Bu kitapta, okuma öğretilirken, geleneksel ve hecelemeye dayanan usûl-i tehecci (harfleri heceleyerek sökme ve okuma) yöntemi bırakılmıştır. Bu geleneksel yöntemde kelimeler, harflerin uzun uzun hecelenmesi ile okutulurdu: "cim üstün ce, cim esre ci, cim ötre cü, cim iki ötre cün..." gibi. Arapça harf ve kelimelerin okunuşuna uygun olsa da Türkçe kelimelerin okunuşuna uygun olmayan ve çocuğun kafasını karıştıran bu yol terkedilmiş ve usûl-i savtî denen, yani harf ve kelimeleri hecelemeden kendi sesleri ile okuma yöntemi benimsenmiştir.

Bu yöntem, o tarihlerde, başta Selim Sabit Efendi olmak üzere bazı eğitimcilerce benimsenmeye başlamıştı. Böylece Hafız Refi’nin de o yıllarda usûl-i cedîd denen okuma yazma ve eğitimde yenileşme hareketinin öncülerinden biri olduğu ortaya çıkmaktadır.

Hafız Refi, daha sonra çocuğun bir kısmını bildiği kelimelere, cümlelere, sonra da okuma parçalarına geçmektedir. Bunlar arasında şüphesiz çocuğun bilmediği, kolay öğrenemeyeceği Arapça, Farsça kelimeler, deyimler, cümleler de vardır. Bu durum, o dönemin Türkçesi olan Osmanlıcanın yapısından olduğu kadar, yeni önerilen yöntemlerin kusursuz, tutarlı ve sistemli biçimde işlenmesinde yenilikçi yazarlarımız ve eğitimcilerimizin bazı yetersizliklerinden ileri gelmiştir.

b) Okuma parçaları ile okumayı geliştirme yöntemi

Hafız Refi, hemen hepsi hayvanların çeşitli huy ve özelliklerini konu alan okuma parçaları ile de, alfabeyi öğrenen çocukların ilgi ve zevkle, öğrendiklerini pekiştirmelerini, okumadan zevk almalarını amaçlamıştır. Yazar, ayrıca, bu okuma parçalarının sonlarına koyduğu bazı sözler ve şiirlerle çocuklara yaşam tecrübesi ve ahlâkî bilgiler kazandırma amacındadır. Kitabına koyduğu 31 adet resim de, çocukların kuşkusuz çok ilgisini çekecek biçimde çizilmiş ve bazan bir sayfayı kaplayacak kadar büyük olarak yer almıştır. Bu, çocukların, hayvanların vücut ayrıntılarını iyi farketmelerine imkân vermekte ve onların resimleri daha iyi incelemelerini kolaylaştırmaktadır.

Kitaptan bazı örnek metinler;

Yazar, 17. Derste, mevsimleri çocukların hoşuna gidecek şu benzetmelerle öğretmektedir:

"Senenin mevsimleri 4’tür. Çiçek veren Bahar, yemiş veren Yaz, üzüm veren Güz, Sonbahar, tabiatlara rahat veren Kış."

Aynı derste yer alan başka bilgiler şöyledir:

"Gökten zuhur eden alâmetler yağmur, dolu, fırtınalar ile rüzgârlardır. Güneşin sıcaklığı meyvelere olgunluk verir. Bulutlar suların buğularından olur. Şimşek yıldırımın kılavuzudur. Yıldırım çok kere ağaçların tepelerine düşer."

20. Derste hayvanların özelliklerinden bir kısmı şöyle anlatılmıştır:

"Hayvanların her birisi(nin) düşmanlarına karşı durmak için mahsus (özel) silâhları vardır. Birisi diş, diğeri tırnak ile karşılık eder. Bir takımı gagasıyla mukabele ederken, diğeri pençe ve dikeni ile mukavemet eder; ve her ne kadar hayvanların göz, kulak, ağız, burun ve vücutları olup, postlarıyla kendilerini ziyandan sakındırabilirler ise de, insan gibi değildirler. Zira insan istediğini söyleyip her işini dahi anlatabilir.

Kitabın ilginç özelliklerinden biri de, "köpek"ten söz ederken "kuduz" meselesine de yer vermesidir. Eğitim tarihimizde kuduzdan ilk kez muhtemelen bu çocuk ve öğrenci kitabında bahsedilmektedir. Gerçekten kuduz, çok ciddî ve köpeklerle kedilere düşkünlükleri nedeniyle özellikle çocukları tehdit eden önemli bir tehlikedir. İşte, Hafız Refi, incelediğimiz alfabe ve okuma kitabında, "köpek"ten bahsederken, kuduz konusuna da yer vermiş, kuduzun belirtilerini ve tehlikelerini göstermiştir. Kuduza karşı aşı, bu kitabın yazılışından 11 yıl sonra, 1885’te Pasteur tarafından Fransa’da bulunmuştu. Bu nedenle, o tarihe kadar kesinlikle ölümle sonuçlanan kuduz vakalarına ilişkin bazı bilgilere Hafız Refi’nin kitabında yer vermesi ilginç ve önemli bir yaklaşım olmuştur.

Bu kadar ilginç bilgilerin, böyle bir renkli ve canlı anlatım içinde sunulması hiç şüphe yok ki çocukların ilgisini derinden çekecek, onlarda okuma sevgisi, tabiatı inceleme merakı oluşturacaktır.

Kitapta hayvanların özellikleri, onlarla ilgili hikâyeler ve insanlar için çıkarılabilecek dersler böyle sürüp gitmektedir.

Bu eser, kuşkusuz, eğitim tarihimizde, alfabe ve okuma kitapları alanındaki gelişme ve yenileşmelerin ilk nirengi noktalarından biridir.